Bayan önce tırnaklarını su tasında yumuşattı. Sonra teker teker kesti.
Parmaklarını tekrar suya soktu ve bir bebeğin parmaklarını kurular gibi
itinayla kuruladı.
Yaşlı adamın hiç sesini duymamıştık ama dudakları durmadan oynuyordu.
Bu hareketin sonucu olarak dudaklarını çevreleyen sabun köpükleri ağzına
girmeğe başladı. Berber, bebeğinin poposunu temizleyen bir anne
yumuşaklığıyla köpükleri silmeğe çalışıyor ama dudaklar sürekli kıpırdadığı
için beceremiyordu. Yaşlı adam yavaş yavaş uzanıp destesinden bir kâğıt
mendil aldı ve ağzına götürdü. Ama hem elleri hem de dudakları titrediği
için, o da pek başaramadı.
“Sigara kâğıdı gibi,” dedi onu tıraş eden berber.
Gazeteden başımı kaldırdım. Bana söylüyordu. “Ne sigara kâğıdı gibi?” diye
sordum.
“Cildi. O kadar incelmiş ki. En ufak hatada kanıyor.”
Sanki artık aramızda değilmiş gibi onun hakkında yüksek sesle
konuşuyorduk.
“Saçını da kesecek misiniz?” Doğrusu bunu nasıl yapabileceğini merak
ediyordum.
İhtiyarın başı kel değildi; saçları geçen yıllar içerisinde döküle döküle seyrek,
kirli, gri, altından kafatası görünen bir örtü haline gelmişti, masanın üzerine
atılmış kirli bir alışveriş filesi gibi.
Berber, yüzünde hafif bir tebessüm, omzunu silkerek adamın başına baktı,
“Neyini keseyim?” der gibi.
Ben Bir Hiçim
16
Üç kişi onu koltuktan kaldırdılar. Yaşlı adam bir şeyler homurdandı. Berber
“Merak etme, yarın on bir otuzda kesin gelir,” dedi. Bana döndü.
“Pedikürünü evinde yaptırmak istiyor” dedi. “Yarın evine gidilecek.”
Pardösüsünü giydirdiler, şapkasını başına geçirdiler, bastonunu eline
verdiler. Aynı berberin kolunda, küçük adımlarıyla kapıya doğru yolculuğa
çıktı.
“Ne kadar zamandan beri buraya geliyor,” diye sordum manikürcü bayana.
“Ben yirmi bir senden beri buradayım. Yirmi bir senedir geliyor,”
Bir zamanlar Koç Holding’in muhasebe bölümünde çalışıyormuş. Eşiyle
Cihangir’de bir apartman dairesinde oturuyormuş. “Hayata bu kadar bağlı
bir adam görmedim,” diyor berberlerden biri.
Aklıma müteveffa dostum ihtiyar Gordon Hayes geldi. Bir yaz günü – akşam
güneşi badem ağacının yapraklarından geçerek yüzümüze vuruyordu –
evimin kapısında sohbet ederken, gözlerim yüzündeki kırışıklara ve
keçeleşen saçlarına takılmıştı. Aklımdan ne geçtiğini anladı. “İnsan 'ben
böyle olamam' der ama bir gün oluverir,” dedi.
BOB’LA RANDEVU
“Her rastgele karşılaşma bir randevudur,” diyor Şili’li şair Pablo Neruda
(1904-1973).
Bob, Üsküdar Evlendirme Dairesi’nin yanındaki Angel Lokantası’nda arka
arkaya gelen sıcak balık mezelerini iştahla çiğnerken, bu sözleri
düşünüyorum.
“Yemek yemeğe bayılıyorum,” diyor Bob. En çok Lübnan yemeğini
seviyorum.” Londra’nın pahalı Knighstbridge semtindeki bir Lübnan
lokantasının adını veriyor. ”Yemekleri harika, gittin mi?”
Yüzüne bakıyorum. Tombul bir Anglosakson surat. Otuz beş, otuz altı
yaşlarında.
Önümüze konan her tabaktan alırken “Bu dehşetli lezzetli şey ne?” diye
soruyor.
Garsona, meze tabaklarını onun çatal menziline yerleştirmesini işaret
ediyorum. “Bu dehşetli lezzetli şey de ne?” Üzerinden dumanlar çıkan, siyah,
minik bir güveç içerisinde, asma yaprağına sarılı karidese benzer bir şeyler
var. Bob çatalını daldırıp bir tanesini ağzına gönderiyor.
“Bilmiyorum Bob,” diyorum. “Ben buraya geldiğimde basit şeyler yiyorum.
Senin gibi zengin bir Amerikalı değilim.”
“Amerikalı değil,” diyor Bob.”Yarı Amerikalı, yarı Kanadalı.”
Ben Bir Hiçim
17
“Rakı?”
“Hayır, hayır sert içki yok,” diyor. “Bana en hafif birayı getirsinler.”
Bob casus veya özel dedektif veya her ikisi.. Onu bana İngiltere’de oturan,
eskiden bir ara birlikte olduğum bir kadın yolladı, yardımcı olmam ricasıyla.
Adı Bob falan da değil. Ben uydurdum. Belki de adını gizlememe gerek yok
çünkü büyük bir olasılıkla, bana verdiği adı da o uydurmuştur.
Bob Nijerya’nın eski diktatörlerinden biri zamanında tezgâhlanan milyar
dolarlık bir dolandırıcılık ve kara para aklama olayını araştırıyor.
“Diktatörlerin adına mı, yoksa dolandırılanların adına mı?” diye sormuştum
bir gün önceki ilk buluşmamızda.
“Kötülerin tarafında değilim,” dedi Bob hafifçe incinmiş bir tonla.
Nijerya’daki tezgâhı kuran Amerikalı bankacı 1980’lerin başına kadar
Türkiye’de de faaliyet gösteriyordu. Bob, o sıralarda, Türkiye’de bir devlet
bankasında tezgâhlanan büyük bir dolandırıcılığı da bu Amerikalı
bankacının düzenlediğini anlatıyor. Çantasından fotoğraflar, dokümanlar,
disketler çıkarıyor. Unutulmuş savaşlarda ölen askerlerin ruhları gibi geri
dönüyor eski hırsızlar, hırsızlıklar ve ihanet.
“Bu adamın geçmişini araştırmakta bana yardımcı ol,” diyor Bob.
Lokanta insanlarla, masa tabaklarla dolmağa devam ediyor. Bob gevşiyor.
Bir ara telefonu çalıyor. “Hey, beni denetliyor musun yoksa?” diye soruyor
telefon edene Bob gülümseyerek. Bir süre dinliyor sonra, “Şimdi
konuşamam,” diyor. “Yemekteyim. Burası çok gürültülü. En iyisi sen bir
saat sonra gene dene. Ya da iki saat sonra.”
Yemeğin sonuna yaklaşıyoruz. Izgara kalkanlar geldi. “İşinden memnun
musun?”
“Bayılıyorum,” diyor. ”Ben her gün dokuz- beş ofise gidecek bir adam
değilim. Karımla bu yüzden ayrıldık. Dokuz beş bir iş tutmamı istiyordu.
Benim için para değil özgürlük önemli. Seyahate bayılıyorum.”
Üst dudağı terlemiş. Yemeğe kendini kaptırmış. Artık araştırmadan
bahsetmiyor.
“Bir öğretmenim dedi ki: ‘Bir kişinin gerçek yüzünü öğrenmek istiyorsan onu
hiç kimse tarafından görülmediğini sandığı zamanlarda gözlemelisin’ ’” diyor.
“Hayat boyu rehber oldu bana bu sözler. İzlediğim kişileri hep onları
kimsenin görmediği zamanlarda gözledim. Öyle şeyler öğreniyorsun ki.”
Bana hiç bir şey anlatma Bob. Sana yardımcı olmayacağım. Bıktım artık bu
gibi şeyleri araştırmaktan. Sen ta cehennemin dibinden gelip Türkiye’deki
bir dolandırıcılığı araştırıyorsun. Biz burada ilgilenmiyoruz kardeşim. Bizi
dolandırıcılarımızla rahat bırak. Böyle düşündüm o an, gizli ve büyük bir
hiddetin etkisiyle, ama tabii, daha sonra ona yardım ettim.
Ben Bir Hiçim
18
UZZİ
İnsanların düşünceleri yüzünden gizli servis elemanları tarafından
öldürüldüğü ülkelerden birinde yaşayan bir gazeteciydi. Onu hiç tanımadım
ve yazılarını okumadım. Düşüncelerinin ve inançlarının ne olduğunu
bilmiyorum.
Kimileri düşmana fazla dostluk duyduğunu anlattı bana, daha sonra.
Kimileri başka bir öykü, esrarengiz bir soygun öyküsü anlattı. Tesadüfen o
soygunu kimlerin yaptığını öğrenmişti. Kullanılan arabanın numarasını ve
arabanın hangi resmi kuruluşa ait olduğunu biliyordu. Gerçi bunları
açıklamamıştı ama sağda solda bildiğini, bir gün yazacağını söyleyip
duruyordu.
Bir gece evinin kapısı çalındı. Gece yarısına yakındı veya gece yarısını biraz
geçiyordu. Herhalde gelen tanıdıktı. Çünkü daha sonra polisler zorla dışarıya
çıkarıldığına bir iz bulmadı. Kapıyı açtığında evde yalnızdı. Eşi o sabah
başkente uçmuştu. Herhalde telefonlarını dinliyorlardı. Eşinin gitmesi, evde
yalnız olması onlara aradıkları fırsatı vermişti.
Kapıyı çalan kişi ile birlikte bir süre birlikte yürüdüler. Ne konuştuklarını
veya konuşup konuşmadıklarını belki de hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz.
O sokakları ve gecenin o saatlerini çok iyi bilirim. Sokak lambalarının
uzamayan ve kısalmayan gölgeleri, benzin kokan park edilmiş arabalar,
ışıksız pencereler, çöp tenekeleri, kıpırtısız servi ve okaliptüs ağaçlarının
kokuları, sessizlik ve sadece birkaç saat sürecek o nemli serinlik.
Sıcak odalara serinlik girmesi için açık bırakılan pencerelerin çok
yakınından geçerseniz içeride uyuyan insanların derin ve düzenli nefes alış
verişlerini duyabilirsiniz. Havanın insanların içine girip çıkarken çıkardığı
sesler sizi ürpertebilir. Sanki de yaşayan havadır, onu teneffüs eden insanlar
değil. Sanki hava insanları teneffüs ediyor.
Yanındaki adam gazeteciyi öldürücünün saklandığı yere kadar yürüttü.
Öldürücüler iki kişiydi. O sabah başka bir kentten gelmişlerdi ve işlerini
bitirdikten sonra sabah uçağıyla geri döneceklerdi. Gazeteciyi tanımıyorlardı.
Biri öldürecek, ikincisi etrafı kolaçan edecek ve ölümün kesinlikle meydana
geldiğini tespit edecekti. Gelmediyse işi bitirecekti.
Gazeteciyi küçük, siyah, yağlı bir Uzzi ile öldürdüler. Silahları aldıkları yere
teslim ettiler ve sigara içip sabah uçağının saatini beklemeğe başladılar.
Gazeteci faili meçhul cinayetler dosyasına kaldırıldı. Oysa esrar çok kolay
çözülebilirdi, çünkü cinayet ile çözümü bir arada meydana gelmişti. Ama
onu öldürenlerle, onu öldürenin kim olduğunu araştıranlar aynı kuruluşun
üyeleriydi.
Eğer araştırsanız onu neden ve kimin öldürdüğünü bulabilirsiniz.
Öldürücüler o kadar korkusuz ve izlenmeyeceklerine o kadar emindiler ki,
izlerini kapatmaya gayret bile etmediler. Ama araştırmaya değmez. Zaten
kime ulaşacaksınız? Süklüm püklüm, elbiseleri üzerinden sarkan, tıraşsız,
okuma yazması kıt bir takım adamlara. Bunlar mıydı bu işleri yapan,
Ben Bir Hiçim
19
dedirten. Onların arakasındakilere -- süklüm püklüm olmayanlara, elbiseleri
üzerinde sarkmayanlara, tıraşlı, okuma yazması kıt olamayanlara --
ulaşamazsınız.
Zaten, bu gibi cinayetlerde esas öldürülen geriye kalanlardır. Mesele o büyük
cinayetin esrarını çözmekte.
ÇÖP TORBASI İÇİN BİR YAZI
“İnsanların düşünceleri yüzünden gizli servis elemanları tarafından
öldürüldüğü ülkelerden birinde yaşayan bir gazeteciydi. Onu hiç tanımadım
ve yazılarını okumadım. Düşüncelerinin ve inançlarının ne olduğunu
bilmiyorum. ”
Tam bu cümleleri bitirmiştim ki, birkaç gün önce yedi yaşına basan oğlum
bir ilkbahar danası gibi zıplayarak odama girdi.
“Ne yazıyorsun?”
“Gazeteye bir yazı?
“Resminle birlikte mi basılacak?”
“Evet.”
“Gösterebilir misin?”
Eğilip bilgisayar masasının yanında duran, içine kullanılmış kâğıtları
attığım, jumbo çöp torbasına elimi soktum ve birkaç saat önce oraya attığım
Yeni Binyıl gazetesini çıkardım. Yazımın bulunduğu sayfayı açtım. Oğlan
resmimi görünce gülme krizine tutuldu.
“Bak işte böyle görünüyorsun,” dedi.
Dudaklarını öne çıkarıp çenesini aşağıya doğru büzüştürdü ve yüzüne
gerzek/mütebessim bir ifade vermeğe çalıştı. İkinci bir gülme krizi. Sonra
heceleyerek yazımın başlığını okudu ve gururla yüzüme baktı.
“Harika!” dedim. “Hadi annene git, seni yatırsın artık.” Onu öptüm ve
aşağıya yolladım. Gazeteyi tekrar çöp torbasına attım. Ve birden bire kafama
bir şey dank etti. İçinde yazım bulunan gazeteyi birkaç saat içerisinde ikinci
defa çöp torbasına atmıştım. Ve bilgisayarın önüne oturmuş, pür ciddiyet
yarın akşam gene çöp torbasına atılacak bir yazı yazıyordum. Bu daha da
harika!
Çocuk acaba yaptığım işin absürtlüğünü anladığı için mi gülme krizine
tutulmuştu?
Kimin bugün ürettiği şey, yarın çöp tenekesine atılmak üzere satın alınır?
Ben Bir Hiçim
20
Ama gene de bilgisayar ile çöp torbası arasında kısa bir yolculuk yapan
kelimelerinden dolayı, dünyanın birçok ülkesinde ve özellikle bizimkinde,
gazeteciler öldürülüyor ve hapse atılıyorlar. İşten kovuluyorlar. Sansüre,
yasaklara tabi tutuluyorlar.
Susturuluyorlar. Ülkeyi terke zorlanıyorlar.
Bilmek ile karanlıkta kalmak, keyfilik ile hesap sorulabilirlik, despotlukla
demokrasi....
Bunlar hep bilgisayar ile çöp torbası arasındaki o kısa yolun ne kadar açık
olduğuna bağlı.
Onun için demokrasi öncesi rejimlerin tümünün ortak özelliği basının hür
olmamasıdır. Gerçek ile görüntü arasındaki perde hiç açılmaz oralarda.
İnsanların düşünceleri yüzünden gizli servis elemanları tarafından
öldürüldüğü ülkelerden birinde yaşadığınız süre, o perde hep kapalı kalacak.
“ŞEPKE” OF EDWARDS OF HISAR
Tabii Cumartesi gün öğleden sonra Edwards of Hisar’a uğrayıp 40 milyon
TL’ye bir şapka almak zorunda değildim ama ... Hey...Adamım! Dünyaya bir
defa gelmiyor muyuz?
Şapkaya ve bastona zaafım var. Yaşamının büyük bir bölümünü başında
haki şapkası, elinde bastonu dağlarda geçiren orman bekçisi babamdan
geçen bir merak mı bu, yoksa genetikle ilgisi olmayan bir züppeliğin dışa
vurulması mı bilemiyorum.
Who cares?
Victoria’yı Yeniköy’deki iş yerine bıraktıktan sonra Edwards’a uğramaya
karar veriyorum. Burası, belki bilmiyorsunuz, işadamı Rahmi Koç’a ait, şık
İngiliz erkek giyim eşyaları satan bir mekân.
Ama sorun, nereye park edeceksin. Son anda müthiş bir direksiyon
kıvırmasıyla Hisar’daki dükkânın önündeki kaldırıma atıyorum kendimi,
mala ve cana zarar vermeden. Anında park bekçisi beliriyor ve orada ne
kadar kalmak niyetinde olduğumu soruyor.
“Bir şapka alımlık,” diyorum dehşetengiz bir Afrika avcısı enerjikliğiyle
arabadan zıplarken.
“Buralarda şapka satmaları ne kadar sürüyor bilemiyorum.”
Cebimden buruşuk bir banknot çıkarıp avucuna sıkıştırıyorum. “Çeneni
tutarsan dönüşte bir tane daha var.”
Ben Bir Hiçim
21
Birkaç hafta önce vitrinde görüp vurulduğum şapka, satıcı bayanın
arkasındaki duvardaki şapka reyonunda duruyor. Haki bir zımbırtı bu ve
etrafında mavi bir bant var. ”Evet, o,” diyorum ve Pentium III süratiyle
serpuşu başıma geçiriyorum. Harika! Kraliçenin şapkacısı sanki ölçü alıp
yapmış.
“Sarmaya gerek yok.”
Eve varınca şapkama hovarda bir açı verip merdivenlerden yukarı çıkıyorum.
İlk tepkiyi oğlumla halının üzerinde Lego oynayan Sam (6) veriyor. “Merhaba
kovboy,” diyor. “Sen şimdi kovboy mu oldun?”
Dizlerimi hafifçe çömeltip hayali tabancamla havaya iki şölensel kurşun
sıkıyorum. “Aynen öyle,” diyorum.
“O kovboy şapkası falan diil,” diyor Selim (7) küçük gören bir tonla.
Kızım Sara (5) elli metreden sağlıklı bir gülü soldurtacak bir bakış fırlatıyor
şapkama ve yorum yapmamayı tercih ediyor.
Mutfakta eşimin kuzeni Nina. “Evin içinde niye şapka giyiyor?” diye soruyor
Augusta’ya.
Çay demliğine su koyan eşim başını çeviriyor ve birden bire, Sara’nın yeni
bir buzul çağı başlatabilecek bakışları bu küçük yaşta kimden aldığını
anlıyorum.
“Tamam,” diyorum. “Tamam. Anlaşıldı. Bir şey söylemene gerek yok.”
Merdivenleri çifter çifter tırmanıp banyoya giriyorum. Şapkama daha da
hovarda bir eğim verip aynadaki suretime bakıyorum ve kendi kendime
büyük bir gülücük yolluyorum.
“Boşver yakışıklı,” diyorum. “Bunlar şapkadan anlamıyor. Seni seviyorum.”
Sonra hayali tabancalarımın ikisini birden çekip aynayı tuzla buz ediyorum
ve şeytani bir kahkaha atıyorum.
Merdivenleri üçer üçer tırmanarak çatı katındaki odama giriyorum ve
kendimi yatağın üzerine atıyorum. Şapkamı çıkarıp karnımın üzerine
koyuyorum. Ve ağzım kulaklarımda uzun süre o şekilde kalıyorum.
Ben Bir Hiçim
22
ESKİ BİR ASKERİN ANILARI
Londra
Beni hava alanına götürecek araba saat üçte gelecekti. Öldürecek birkaç
saatim vardı. Otelin barına yürüdüm.
Zemin katındaki loş barda üç nesli kapsayan gürültülü bir İngiliz ailesi
dışında kimse yoktu. Birkaç masayı birleştirip, çevresinde oval bir gurup
meydana getirmişlerdi. Sandviç yiyorlar, bira ve şarap içiyorlardı.
Aksanlarından, giyinişlerinden ve kendi evlerinin salonundaymışlar gibi
yüksek sesle konuşmalarından üst tabakaya ait, paralı insanlar oldukları
belli oluyordu.
Gurubun ortasında yetmişi aşkın bir adam oturuyordu. Yüzü bana dönüktü.
Sırtında kanarya sarısı şık bir kazak ve beyaz bir gömlek vardı. Konuşmalara
karışmıyordu. Aklında bir şeyler evirip çeviriyor gibiydi.
Yanında onun kadar yaşlı bir kadın oturuyordu. Kızı adamın solundaki
koltuklardan birinde oturuyordu. Kırk yaşlarındaydı. Gurubu o idare
ediyordu. Garsonu çağırıyor, içkileri tazelettiriyor doymayanlara doyanlardan
kalan sandviçlerini ikram ediyordu. Kadının yanında başka bir yaşlı kadın
vardı. Onun yanında, sırtları bana dönük iki genç kız. Onların yanında 10
yaşlarında bir oğlan ve orta yaşlı bir adam. Onun yanında ise puro içen bir
başka adam oturuyordu.
Konuşmalarından yaşlı adam ve karısının bir düğün için kırsaldaki
evlerinden Londra’ya geldiklerini öğrendim. Otelde kalacaklardı. Odalarına
çıkmadan önce karınlarını doyuruyorlardı.
“Ne iyi ettik de geldik,” diyordu garsonları idare eden kadın. “Eski günler
gibi.”
Yaşlı adam konuşmadan başını salladı.
Kızlar ayağa kalktı. Dar kalçalı, uzun boyluydular. “Çiklet almağa
gidiyoruz,” dedi bir tanesi kapıya doğru yürürken. Purolu adamla oğlu
onların ardından kalkıp tuvalete doğru yürüdüler. Masanın çevresi
tenhalaştı.
Yaşlı adam sessizliğini bozdu ve “Hayır, eski günler gibi değil,” dedi ve
konuşmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Alman uçakları Londra’yı
bombalarken trenle Londra’ya gelmişti.
“Trenden indiğimde ayak bileklerime kadar yumuşak bir şeye battım,” dedi.
“Baktım. Kömür tozuydu. Bombalar patlayınca damlarda biriken kömür
tozları uçup yağmur gibi yere yağmıştı.”
Kızı ve damadının yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “İhtiyar gene başladı,” der
gibi.” İhtiyar farkında değildi. Besbelli altmış yıl