olsaydı? Mavi yerine turuncu bir dünyada yaşıyor olacaktık. Turuncudan
başka renk olmayacaktı.
Daha kötüsü de olabilirdi.
Ben Bir Hiçim
52
Bulutlar, blok halinde de düşebilirlerdi dünyaya – oldukları gibi, devasa,
yassı bir meteor gibi kütt diye inebilirlerdi; su yüklerini, okşar gibi ( küçük
ve yumuşak ) yağmur, kar veya buz taneleri şeklinde koyuvereceklerine.
Bir hafta güneşi görmedin. İçini kasvet bastı.
Peki, güneş çıktığında, gözlerini kapatıp, başını yukarı çevirince “teşekkür
ederim” demek aklına geldi mi?
Görür görmez ben de kedi de kadını tanıyoruz. Kedi Bayan’ ı bu. Her gün
naylon bir alışveriş torbası ile buraya gelip Salacak’ın evsiz kedilerini
doyuruyor.
Kedi, kuyruğunu dikleştirip kadına koşuyor ve koket bir tarzla sırtını
bacağına sürtüyor. Yüzündekinin tebessüm olduğuna yemin edebilirim.
Kadın, eğilip, ona, duymadığım bir şeyler mırıldanıyor. Elindeki kaşığı
torbaya daldırıyor ve hafif bir kavisle denize inen kayaların üzerine küçük bir
makarna tepesi inşa ediyor. Kedinin burnu hızla küçük makarna tepesine
giriyor.
Üsküdar’a doğru yürümeğe devam ediyorum. Karabataklar, küçük bir
oyuncak kayık donanması gibi, kıpırtısız, denizin üzerinde, sahile yakın
oturuyorlar. Yüzleri rüzgârın geldiği Kara Deniz tarafına yönelik.
Kayaların üzerinde üç kedi var. Biri diğerinin üzerinde.Üstteki kedi hem
alttakinin üstünde hem de kulağını ısırıyor. Alttaki kedi çığlıklar atıyor. Az
sonra “Yetti be!” der gibi başını çevirip kulağını kurtarıyor ve sallanıp erkek
kediyi üzerinden atıyor. Üçünü kedi, ses çıkarmadan olup bitenleri izliyor.
Sırasını mı bekliyor, yoksa sadece röntgenci mi bilmek mümkün değil.
Mart. İlkbaharın birinci ayı. Biz donuyoruz ve farkında değiliz ama mevsim
değişiyor.
“Birinci cemre düştü. İkinci de düşecek.” diyor elektrikçi Hüseyin Bey yolda
karşılaştığımızda.
Güneyde bademler çiçek açmış mıdır?
TEK BURUN DELİĞİ İLE
İki tane burun deliğimiz var. Ama nefes almak için bunlardan sadece birisini
kullanıyoruz.
Günün herhangi bir saatinde, burun deliklerimizden bir açık diğeri kapalı
veya yarı kapalıdır.
İnanmıyorsanız provası bedava.
Sağ elinizin başparmağı ile sağ burun deliğinizi kapatın ve sol burun
deliğinizle nefes alın.
Ben Bir Hiçim
53
Daha sonra sol elinizin başparmağı ile sol burun deliğinizi kapatın ve sağ
burun deliğinizle nefes alın.
Burun deliklerinden birinin diğerinden daha açık olduğunu fark edeceksiniz.
Sağlıklı bir insanda açık burun deliği iki-üç saatte bir değişir. Yani, iki-üç
saat, örneğin, sağ bunun deliğinizle nefes aldıktan sonra nöbet sol burun
deliğinize geçer.
Neden, diye sorarsanız bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Hayatın muamma-
larından biri.
Belki tanrı her şeyi bildiğini sanan ve daha çok öğrendikçe (veya daha çok
öğrendiğini sandıkça) daha çok ukalalaşan insanlarla dalga geçmek için bu
düzeni kurdu. “Sen her şeyi bildiğini sanıyorsun ama burnunun dibinde
olanların bile farkında değilsin,” demek için belki.
Bilim sustuğuna göre nefes alıp verme uzmanı olan Hintli yogilerin bu
konuda ne dediğine kulak verelim. Onlar diyor ki vücudunun iyi çalışması
için aktif burun deliklerinin iki saatte bir değişmesi gerekir. Eğer değişmezse
bu sağlıklı olmadığımızın bir işaretedir.
Binlerce yıl önce bu garipliğini keşfeden yogiler bir egzersiz geliştirdi. Bu
yazıyı yazmaktaki amacım size bu basit ama çok yararlı egzersizi öğretmek.
Sağ burun deliğinizi sağ elinizin başparmağı ile üstünden bastırıp kapatın ve
sol burun deliğinizden derin bir nefes alın. Yavaş yavaş. Sol burun deliğinizi
sağ elinizin işaret parmağı ile kapatın ve almış olduğunuz nefesi sağ burun
deliğinizden verin. Ta ki ciğerlerinizdeki hava boşalıncaya kadar.Yavaş
yavaş..
Ardından sol burun deliğinizi sağ elinizin işaret parmağı ile kapatın ve sağ
burun deliğinizden derin bir nefes alın. Sonra sağ burun deliğinizi kapatıp
sol burun deliğinizden nefesinizi bırakın.
Bir burun deliğinizden nefes alıp, diğerinden vermiş oldunuz. Her alıp verme
bir raunt sayılıyor. İlk seferinde üç defa yapın. Zamanla yediye çıkartın.
Alıştıktan
sonra
günün
muhtelif
zamanlarında
istediğiniz
kadar
yapabilirsiniz. Grip veya benzeri hastalıklardan dolayı burnu tıkalı olanlar,
iyileşinceye kadar bu egzersizi yapmamalıdır.
Her zaman her yerde yapılabilecek bu egzersiz üzerinizde yatıştırıcı ve
canlandırıcı bir etki yapacak. Özellikle endişeli, heyecanlı veya kızgın
olduğunuz zamanlarda yapmanızı öneririm.
Ben Bir Hiçim
54
AKLIMI KAYBEDERKEN
Epey yıldan beri New York Review of Books adlı bir kitap eleştiri dergisine
aboneyim.
New York’ta yayınlanan dergi kitap konusunda belki de Anglosakson
âleminin en prestijli yayın. Siyah beyaz ve ucuz gazete kâğıdına basılıyor.
İkiye katlanmış gazete boyutunda. Review’ün bu kadar iyi olmasının nedeni
eleştirmenlerin kalitesi kadar eleştirilen kitapların seçimindeki ustalık.
Eleştirilen kitapların çoğunu müthiş ilgimi çekiyor. Konularının bana
yabancı olmasına rağmen veya belki, yabancı olmasından dolayı. Birçok yazı
önümde yeni bir dünya veya yeni bir dünyaya giden yol açıyor.
Örneğin, Losing my Mind (Aklımı Kaybederken) adlı kitap. Bu kitapta
Alzheimer hastalığına tutulan Thomas DeBaggio nasıl yavaş yavaş aklını
kaybettiğini anlatıyor. DeBaggio’ ya 57 yaşında Alzheimer teşhisi konuş.
Mesleği bahçe işleri ve bu konuda yazılmış üç kitabı var.
Alzheimer ilk defa yüz yıl kadar önce Alois Alzheimer adlı bir Alman doktor
tarafından gözlenen bir beyin hastalığıdır
Nedeni bilinmiyor, tedavisi de yoktur. Yavaş yavaş beynin otomatik olmayan
fonksiyonlarını – düşünme, hatırlama, muhakeme gibi – yok eder ondan
sonra hastayı öldürür.
DeBaggio – beyni ölürken aklını kaybeden adam – bir süre sonra kendinden
başka biri olacak. Belki de hiç kimse haline gelecek. Bunu hiç bir zaman
öğrenemeyeceğiz. Çünkü beyni, tahrip olmuş bir gezegen gibi, ne onun ne de
başka hiç kimsenin ulaşamayacağı bir yer haline gelecek.
Beyninin hücrelerinde birikmiş her şey teker teker silinecek. Kelimeleri
hatırlamayacak. Örneğin portakal görünce onun bir meyve, olduğunu,
tadını, dilimlerini, hatırlayacak ama adı aklına gelmeyecek. Elinde üç
kestane olduğunda elimde “üç kestane var,” diyemeyecek çünkü saymayı
unutacak ve “üç” rakamı aklına gelmeyecek.
DeBaggio geçmişi, yaşadıkları, tanıdıkları ile ilgili her şeyi unutacak. Önü ve
arkası olmayan bir insan haline gelecek.
Anılar gidince geriye hiç bir şey kalır.
Başladıktan dokuz ay sonra, yazmak için gerekli kelimeleri artık bulamadığı
için, DeBaggio kitabı bırakıyor.
Sonunda şöyle yazıyor: “Artık yeni bir dünyanın eşiğinde, tarif etmeğe
muktedir olamayacağım bir yerdeyim. Burası benden gizli olan son yerdir.
Üzerinde bir mezar taşı var... Burada, anıların durmasını beklerken, çok
yalnızım ve korkuyorum ve yorgunum.”
Ben Bir Hiçim
55
BELGRAD ORMANI’NDA
Karşıdan hızlı adımlarla tişörtü ve şortlu iki adam geliyor.
Düzgün adım yürümelerinden, ellerini hızlı hızlı ileri geri sallamalarından ve
emin adımlarından bu ormanda sık sık ve birlikte yürüdükleri belli oluyor.
Konuşarak yürüyorlar. Neşeli ifadeleri yaşamlarından ve birbirlerinden
memnun olduklarını belli ediyor.
Aynı boydalar. İkisinin de saçları kısa kesilmiş. Kır saçlı olanının -- ellibeş
yaşlarında gösteriyordu -- eski siyah tişörtünün altında karnı, gencinki
kadar düz. Biraz daha yaklaştıklarında baba oğul olduklarını fark ediyorum.
İkisinin de ince uzun vücutları bakımlı ve adaleli. Konuşurken dudaklarının
arasından görünen beyaz dişleri aynı tornadan çıkmış gibi. Konuştuklarında
dudakları kelimeleri şekillendirmek için aynı şekilde kıpırdanıyor. Yaşları
arasındaki 30 yıl olmasa ince, uzun, kemikli, esmer yüzlerine bakarak ikiz
olduklarını sanabilirsiniz. Fiziki benzerliğin yanında vücut dilleri, yüz
adalelerinin değişik ifadeler belirtmek için şekil değiştirmesi de birbirini
andırıyor.
Yanımdan hızla geçip gittiler.
Geriye dönüp baktığımda her ikisinin de sırtlarının aynı biçimde yuvarlak
belirli belirsiz öne doğru eğik olduğunu gördüm. Hafif bir kambur gibi.
Çocuklar, anne babalarının genetik kulübelerinin kapısına ne kadar sağlam
bir iple bağlı olduklarının farkında mıdırlar?
Bu genç adam babasının vücudu, vücut hareketleri ve mimikleri ile birlikte
huylarını ve karakterinin büyük bir bölümünü de almıştır.
Bebekliğinde
onu
seyrederek
dudaklarını
kelimelerin
etrafında
şekillendirmeyi öğrendi. Ve kızgınlığını ve sevincini belirtmek için kullandığı
adaleleri onunki gibi harekete geçiriyor.
Ondan binlerce kilometre uzakta onun kahkahasını atacak ve onun
hiddetiyle kızacak.
Büyük bir olasılıkla farkında değil. “Babasına ne kadar benziyor,” dendiğinde
bu benzerliğin sadece fiziki benzerlikte kaldığını sanıyor.
Şimdi babasının yüzüne baktığı zaman kendi orta yaşlılık yüzüyle karşı
karşıya olduğunun farkında değil. Ama bir gün, saçlarındaki kırlar ve
yüzündeki kırışıklıklar gençliğini ihtiyarlığına taşımaya başlarken, bir gün
tıraş olurken ya da bir otelin vestiyerinin aynasının karşısında paltosunu
teslim alırken aksini gördüğünde, babasına benzemeye başladığının farkına
varacak.
Hepimiz bir anlamda babalarımız ve annelerimiziz. Ve çocuklarımız.
Ölümsüzlük denilen şey bu mu acaba?
Ben Bir Hiçim
56
PORTAKAL AĞACI NE DÜŞÜNÜYOR BEN NE DÜŞÜNÜYORUM
Ozanköy
Bahçenin denize bakan hududundaki mısır inciri kaktüslerinin yakınında
bir Yafa ağacı var. Ağaçta dört olgun portakal var.
Yafa portakalların en lezzetli türüdür. Şekli yumurtaya benzer. Kabuğu
kolayca soyulur. Soyulduğunda dilimler birbirinden kolayca ayrılır. Bazen
her bir dilimin tadı ayrıdır. Bazen aynı dilimin ucu başka, ortası başka tat
dadır.
Eskiden Türkiye’de çok Yafa bulunurdu. Ancak nerdeyse hepsi söküldü ve
yerine daha çok portakal veren – örneğin Washington – türler dikildi.
Cebimdeki bıçakla portakalların en ufağını kesip soyuyorum. Dilimleri
meydana getiren küçük, sıvı dolu balonlarda meyvenin olgunlaşırken emdiği
güneş ışınlarının parıltısı ve rengi vardı.
Portakalların üçünü ertesi gün İstanbul'dan gelecek olan çocuklarıma, Selim
ile Sara'ya, saklayacağım.
Ancak ertesi gün ağaçta hiç portakal yoktu. Herhalde evde olmadığım bir
saatte komşu inşaatta çalışan işçiler veya çocuklar girip koparmışlardı.
Çocukların Yafa ile tanışmaları gelecek kışa kalacak.
Geri eve doğru yürürken aklıma şu soru takıldı: Ben portakalların
çalındığının farkındaydım ama ağaç farkında mıydı?
Portakalların çalınması beni kızdırmıştı. Portakal ağacı da kızgın mıydı?
Ağaç belki de portakallarının kesildiğinin farkındaydı çünkü hafiflemişti;
meyveleri taşıyan dallar artık köklerden daha az besin talep ediyorlardı.
Ama ağaç portakallarını kesenin sahibi olmadığının, bir hırsızlık olayının
meydana geldiğinin, temel bir ahlaki kuralın çiğnendiğinin fakında mıydı?
Ahlak kuralları doğaya değil insana aittir. Doğa ahlaksızdır.
Meyvelerini kimin kestiği ağaç için ahlaki bir konu değildi. Hatta bir konu
bile değildi. Dallarında meyve vardı veya yoktu. Ağaç için konu orada
başlayıp bitiyordu.
Olay sahiplik konusunda düğümleniyordu.
Bana göre, Yafa benim malımdı – onu fidan iken satın almış, bana ait
topraklara dikmiş ve yıllarca, meyve verinceye kadar, bakmıştım.
Ama ağaca göre durum böyle değildi. O kendinden başka kimseye ait değildi.
Bu insanlar için de geçerlidir, diye düşündüm. Biz de kendi kendimizden
başka kimseye ait değiliz. Özgürüz. Ama belki de özgürlüğün ağırlığını
kaldırmaya gücümüz yetmediği için, nasıl ağaçları kendi malımız sayıyorsak,
kendimizi de bir başkasının malı addediyoruz.
Ben Bir Hiçim
57
Kâinat neden var? Neden doğup ölüyoruz? Varlığımızın anlamı ne?
Bu soruların yanıtlarını bulamayanların sesleri yeryüzünden göğe
yükseliyor. Cılız bir biçimde kâinatın kapısının çalıyor.
Ama içeriden cevap gelmiyor.
Belki içeride kimse yok.
Belki kapıyı o kadar cılız çalıyoruz ki içeriden duyulmuyor.
Belki de cevap verildi ama duymuyoruz.
PARDON, ŞU BACAK BENİM Mİ?
Çok uzun yıllar önce Ankara’daki bir devlet hastanesinin koridorlarında
yürürken duvarda asılı bir tabelada şunları okudum: “Katlanılması en kolay
sancı başkalarınınkidir.”
Neden hastanede idim, hatırlamıyorum. Hasta olarak olmadığım kesin ama
kimi ziyarete gitmiştim? Tamamen aklımdan çıktı.
Tabelada yazılanları ise hiç unutmadım. Ağrı insanı feylesof yapıyordu.
Tabeladakileri okumak bana da biraz ağrı feylesofluğu bulaştırmıştı.
Onun için Ağrının Memleketinde adlı kitabı görünce hemen ısmarladım.
Yazarı ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en ünlü Fransız yazarlarından
biri olan Alphonse Daudet (1840-97). Bugün artık edebiyat fakültesi
öğrencileri dışında hiç kimse onun eserlerini okumuyor. Oysa romanları ve
tiyatro eserleri ona büyük ün ve servet kazandırmıştı.
Daudet 17 yaşında Paris’te frengi hastalığı kaptı. Hastalık 25 yıl kadar
etkisini fazla göstermeden vücudunda yaşadı. 1880lere gelindiğinde frengi
son dönemine girdi ve Daudet’e 12 yıl tarifsiz acılar yaşattı. “Bazı günler
var,” diye yazdı: “uzun günler, sanki yaşayan tek şeyim sızım.”
Hiç bir zaman iyileşmeyeceğini, hastalığın gittikçe ilerleyerek onu tamamen
felç edeceğini, kör olabileceği, akli melekelerini kaybedeceğini biliyordu. “Bu
benim,” diye kendini tarif etti: “Tek kişilik bir sızı bandosu.”
Bütün tedavileri denedi. Ama o çağlarda frengi tedavisi olmayan bir
hastalıktı.
İntihar etmeyi düşündü ama karısı vazgeçirdi.
İngiliz şair Larkin’in dediği gibi: “Cesaret başkalarını korkutmamaktır.”
Daudet ızdırabını ailesine sevdiklerine bir ızdırap konusu yapmadan
çekmeğe karar verdi. “Izdırap çekmek hiçbir şeydir,” dedi bir arkadaşına;
“Bütün olay sevenlerinizin ızdırap çekmesine mani olmak.”
Ben Bir Hiçim
58
“Sızı her zaman onu çeken için yenidir; çevresindeki insanlar için ise
yeniliğini kaybeder,” diye yazdı, benim duvarda gördüğüm yazının felsefesini,
başka bir biçimde aksettirerek. “Herkes ona alışacak, benden başka.”
Bir gün bir roman haline getirmek amacı ile not tutmaya başladı. Roman hiç
bir zaman yazılmadı. Notlar Ağrının Memleketinde başlığı ile 1930 da
yayınlandı. Benim okuduğum kitap bunun İngilizce tercümesi idi.
“Sızının genel bir teorisi yoktur,” diye yazdı Daudet. ”Her hasta onu yeniden
keşfeder ve herkes için sızının doğası değişiktir, her salonun akustiğine göre
şarkıcının sesinin değişik olması gibi.”
Ümitsiz vakaların gittiği bir kaplıcada, havuzda yanında duran belden aşağı
felçli bir adamın yanındaki kişiye şu soruyu sorduğunu duydu. “Pardon,
beyefendi, ama şu bacak benim mi sizin mi?” Diğeri, cevap verdi: “Sanırım
sizin olacak.”
ÇİÇEKLERİ GERİ VERMEYE GELDİM
Havadaki kokuyu ciğerlerime çeker çekmez babam aklıma geliyor.
Babamın yeşil orman bekçisi üniforması içinde ormanı kontrol etmek için
yaptığı uzun yürüyüşlerden döndüğünde elbiselerinde eve getirdiği koku bu.
Karga’da denize bakan orman evinin pencerelerinden içeri giren koku.
Üzerinde toprak renkli, dev kertenkelelerin yürüdüğü çam ağaçlarının
altındaki çeşmede testiyi doldururken duyduğum koku.
Beşparmak Dağı’ndaki orman yolundan yıkıntıların bulunduğu yere giden
patikayı tırmanıyorum.
Ormana çiçeklerini geri vermeye geldim.
Babamın ruhu acaba buralarda dolanıyor mu yoksa başka yerlerde daha
büyük, daha el değmemiş, daha güzel kokan ormanlar mı buldu? Yoksa
insanı nasıl doğduğu topraklar çekerse, ruhu da yaşadığı dünya mı çekiyor?
Patikada önümde kahverengi, sarı benekli kelebekler uçuşuyor. Rüzgârın
uğultusundan başka ses yok.
Birileri püskürtme mavi boya ile patikanın kenarındaki kayaların üzerine
işaretler koydu. Artık Kuzey’e gelebilen Rumların işi olabilir mi?
Zirveye tırmanıp adanın içine bakan yamaçtan aşağı yürümeye başlıyorum.
Patika boyunca devam eden işaretler yıkıntıların yanında sona eriyor.
Dağın yamacından görünmeyen keçilerin çıngırak sesleri geliyor. Serçe
sesleri duyuyorum. Ormanın seyrekleştiği açıklıkta bakımsız keçiboynuzu
ve zeytin ağaçları var. Yalnız duvarları ayakta kalmış taş bir binanın içinden
bir servi ağacı yükseliyor. Ağacın yaşı binanın çok uzun yıllar önce terk
Ben Bir Hiçim
59
edildiğini söylüyor. Acaba burası savaştan sonra terk edilen bir küçük
manastır mı, yoksa yalnızlığı seven bir çiftçinin evi mi idi?
İnsan eli ile düzletilmiş mağara, kuyu karışımı yerin içindeki kaynağın
bulunduğu yere yürüyorum. Su birikintisinin içine dökülen su sesi geliyor.
Eskiden, burada insanlar yaşarken, su yeraltı kanallarından geçerek biraz
ilerideki havuza akıyordu. Havuzun içi çamur doldu, duvarları yıkıldı.
Ovada küçük bir kasaba görünüyor. Oradan araç sesleri geliyor. Bir şarkı