Bu saatte koruda benden, kargalardan ve köpeklerden başka kimse
olmamalı ama işte karşıdan kendi kendi ile konuşarak bir adam geliyor. "Bu
saatte burada olmamalıydın" diyor yanımdan geçerken. Bana hitap edip
etmediğini anlamak için başımı çeviriyorum ama o konuşarak yoluna devam
ediyor.
Bir gün ben de denemeliyim. Görüşmecin kendin olduğun zaman belki
kendini hiç yalnız hissetmezsin.
Yarın Pazar. Ne yazacağım?
Acaba ben de bazı meslektaşlarım gibi Pazar günleri kadınlar ve aşk
konusunda mı yazsam?
Seks konusunda yazabilirim. Ama kadınlar konusunda yazamamam çünkü
kadınları tanımıyorum.
Bazen kadın olmak nasıl bir duygu, diye düşünüyorum. O uzun saçlı,
yumuşak, memeli, geniş kalçalı gövdenin içinde olmak, emzirildikten sonra
kuştüyü bir yastığın üzerine yatırılan bir bebek olmaya benziyor mu?
Yoksa kadın olmak erkek olmanın başka bir şekli mi sadece?
Hamile kalmak ve dokuz ay karnında bir insancık imal etmek nasıl bir
duygu? Emzirmek?
Yıllar sonra şunun farkına vardım: Her şeyi anlayışla karşılıyorum ama
hiçbir şeyi anlamıyorum.
Aşka gelince. Aşk var mı? Yoksa sadece seks ve seksin olmaması mı var?
Aşk seksin ambalajıdır.
Ve bütün ambalajlar gibi eninde sonunda kendini çöp tenekesinde bulur,
korkarım. Ya da kaldırıp bir bohçada saklarsınız atmaya kıyamadığız başka
şeyler gibi.
İnişin bitip yokuşun başladığı yerdeki dev kestane ağaçlarının altında,
elinde, ucunda köpek olmayan bir tasma tutan Barbour ceketli bir kadın
var.
Ben Bir Hiçim
71
"Fındık! Fındık! Hangi cehennemdesin?" diye bağırıyor ağaçların altındaki
çalılıklara.
Çalıların arasında bir hışırtı geliyor ve çok geçmeden içinden deli gözlü bir
doberman beliriyor. Köpek bir an çılgın gözlerle bana bakıyor. Belli ki küçük
beyni üzerime atlayıp dişlerini boynuma geçirmenin akıllı bir dış politika
seçeneği olup olmadığını tartıyor.
Sahibesi elini köpeğin başına koyuyor ve dudaklarında hafif bir tebessüm,
yüzünü bana çeviriyor. Bir an "Bıraksam da benim Fındık şu Metin Münir'i
yese eğlenceli olur mu," diye düşünüyor sanki. Sonra tasmayı köpeğin
boynuna bağlıyor.
Hafifçe terleyerek, yürüyüp hayatlarından çıkıyorum.
Fındıkmış!
Vücudumuzda horon tepen kimyevi maddelerle ilgili her şey, aslında.Ve bir
zamanlar tepmiş olan ve artık tepmeyen.
İnsanın sadece çocuklarına duyduğu sevgi sonsuzdur.
Gerisi alışkanlık ve daha beteri: Sessiz bir çaresizlik içinde kadere razı
olmak.
MUSKACI
Müthiş canım sıkılıyordu. Biraz açılmak için arabayla gitmek yerine Conrad
Otel'e yüzmeye yürüyerek gitmeye karar verdim.
Bostana varmadan terlemeye başladım. Ağaçların ardındaki bulutlar ve ıslak
balkon beni yanıltmıştı. Kış görüntüsüne rağmen hava sıcak ve rutubetliydi.
Sonbahar, sırtını dönüp memleketi terk etmeden önce, dağarcığında kalan
son
sıcağı,
havaalanında
bozuk
paralarını
esirgeme
kurumunun
kumbarasına atan turist gibi İstanbul'un üzerine bırakmıştı.
Saat sekize geliyordu. Trafik ışıklarından sağa döndüm ve Üsküdar'a doğu
yürümeye başladım. Motorla karşıya geçecektim. Köprüye doğru giden yol
kilometrelerce tıkalıydı.
Trafik, ölüm gibi, herkesi eşitliyordu. Mercedes'ler, Renault'lar, Jeep'ler,
Hyundai'ler, sarı dolmuşlar, kirli belediye otobüsleri, yorgun suratlı şoförlü
taksiler, hepsi tıkalı trafikte eşit sürate sahipti, herkes egzoz dumanlarının
kirlettiği aynı havayı teneffüs ediyordu.
Önümde köpekli bir kadın yürüyordu. Onu birkaç gün önce gazete almak
için gittiğim mahalle marketinde görmüştüm. Kıyafetinden, ifadesi estetik
ameliyat tarafından çalınan yüzünden, yalılarda yaşayanlardan biri olduğu
belli idi. Bir koltuğunun altında gazeteler, diğerinde omzuna astığı siyah deri
çanta iri adımlarla yürüyordu. Köpek burnunu yol kenarındaki ot ve çöplerin
Ben Bir Hiçim
72
içine soktukça arkasını dönmeden tasmasını çekiyor ve adımlarını
bozmadan ilerliyordu.
Adımlarımı sıklaştırıp onu geçtim.
Gözleri, çapaklı bir adam yol kenarındaki çöp bidonuna kolunu sokmuş
karıştırıyordu.
Paşalimanı'nda kaldırımda bir boş şişe toplamama konteyneri vardı.
Üzerine birisi okunaklı büyük harflerle "muskacı" yazmıştı. Altında bir
telefon numarası vardı. Durup defterime kaydettim. Köpekli kadın beni geçti
ve arabaların arasından, yalıların bulunduğu karşı kaldırıma yürüdü.
Sırtımdan ter akıyordu.
Motorda üst kata çıktım ve muskacının telefon numarasını çevirdim. İki defa
çaldıktan sonra uykulu bir ses cevap verdi.
"Uyandırdım mı?" diye sordum.
"Hayır" dedi bir adam, uykuyu üstünden atmaya çalışarak.
"Muskacı mısınız?"
"Evet. Derdiniz nedir?"
"Canım sıkılıyor."
"Ben Azerbaycanlıyem. Buralara yeni gelmişem. Bu dili iyi öğrenememişem.
Anlayamadım. Can sıkıntısı nedir?"
Bu soruya hazırlıklı değildim. Can sıkıntısı kendimi bildim bileli yoldaşımdı.
Yaşama işi ilgimi çekmemişti, ta başından, nedense. Zaman yaşam nehrinin
üzerindeki taşlardı, üzerinden seke seke karşıya geçmemiz için oraya konan.
Sekmekten
sıkılmıştım.
Ne
geldiğim
ne
de
gideceğim
yer
beni
ilgilendirmiyordu.
Ağzımda bir şeyler geveledim.
"Dışarıda buluşalım," dedi Muskacı. Zorluğumu anlamıştı. "Sualler
soracağım. Ben Bakırköy'deyim."
"Kaç paraya olur bu iş?" diye sordum.
"Bunun için 100 milyon" dedi.
Sıkıntıdan kurtulmak için bedava.
"Sizi daha sonra arayacağım" dedim. Motor hareket etti.
Ben Bir Hiçim
73
YUMUŞAK SERTTEN GÜÇLÜDÜR
Ölümüne yaklaşınca insan eski şarkıları duymaya başlar. Avucumda çiçek
soğanları, elimde kürek yere diz çökünce gözüme topraktan çıkan bir
siklamen yaprağı çarptı. Başparmak tırnağı büyüklüğünde, yuvarlak bir
yaprak. Siklamen, işte, hayata böyle başlıyor.
Eğer yere diz çökmeseydim görmeyecektim. Bir metre 67 santim
yükseklikten görünmeyen çok şey var.
Bahçemde birçok yabani siklamen var. Uzun zamandan beri huylarını
gözlüyorum. Olgun siklamen çiçeklerini döktükten sonra top şeklinde bir
tohum kesesi geliştirmeye başlar. Topun içinde küp şeklindeki minik
kahverengi tohumlar şekerli beyaz bir maddenin içine gömülüdürler.
Yaz gelince top çatlar ve tohumlar yere dökülür. Siklamenin şekerine bayılan
karıncalar tohumları kancalarının arasına alıp (herhalde şekerini emerek)
yuvalarına taşımaya başlar.
Bazen tohumları düşürürler. Onun için bir sürü acayip yerde, ağaçların
kovuğunda, hurmalarda, kayalardaki çatlakların içinde, siklamenlerin
bittiğini görürsünüz.
O minnacık tohum büyürken kayayı veya çimentoyu çatlatır.
"Yumuşak sertten güçlüdür" sözünü belki siklamenleri gözleyen birisi
söyledi.
Rüzgâr tohumların üzerini kapatır. Yaz geçip ilk yağmurlar düşünce, denize
açılan kotranın yelken açması gibi, tohum küçük bir yaprak açar. Yaprağın
üstü yeşil, altı mordur. İşte gördüğüm buydu. İki sene sonra tohum avuç içi
kadar yumru haline gelecek ve siklamen ilk pembe çiçeklerini vermeye
başlayacak. Kıbrıslılar siklamene tavşankulağı derler çünkü pembe-beyaz
çiçeklerinin petalları tavşankulağına benzer.
Küreği yere bırakıp işaret parmağımın ucuyla yaprağa dokunuyorum.
Siklamenden daha güzel bir siklamen kim yapabilir?
Hayatımı tohumların çiçek oluşunu, ağaçların büyümesini, kuşların göçüp
geri dönmesini seyrederek geçirmeliydim.
Kedi gövdesini bacağıma sürttükten sonra güneşte yere uzanıp bacaklarını
gerdiriyor ve uykuya dalıyor. Mesaisiz, maaşsız bir hayat işte böyledir bayım,
diyor bana.
Kürekle üç santim derinliğinde çukurlar açarak avucumdaki soğanları içine
gömüyorum ve üzerlerini toprakla kapatıyorum. Aydınlıktan karanlığa,
kuruluktan ıslaklığa geçiyorlar.
Toprak soğuyup yağmurlarla iyice ıslanınca soğanlar su içip şişmeye ve
canlanmaya başlayacak. İlkbahar güneşinin sıcağını hissedince kâinatın
içinde gizli esrarengiz buyruğuna uyarak topraktan başını çıkarıp çiçek
açacak. "Ama sen göremeyebilirsin" diye fısıldıyor tanıdık bir ses kulağıma.
Ben Bir Hiçim
74
"Senin bana söyleyecek hiç iyi şeyin olmadı," diye karşılık veriyorum başımı
çevirmeden.
Bahçenin bittiği yerden, motorlu testere sesi geliyor. Arazinin kuzey
hududunu çizen asırlık servilerden bazıları esrarengiz bir şekilde kurudu.
Onları kesiyorlar. Havada nefis bir servi kokusu var.
Derin bir kayıp hissi duyuyorum. Acaba hastalanıp mı öldüler ve hastalık
bütün servilere sirayet edecek mi? Ekimi bitirip eve dönünce şömineyi
yakıyorum ve müzikçalara Theodorakis'in eski şarkılarını yerleştiriyorum.
AKŞAMDAN KALMA KÖY
Akşamdan kalma köy, sızlayan başı ellerinin arasında, gece filmin nerede
koptuğunu düşünürken taş caminin hoparlöründen ezan sesi duyuluyor.
Augusta ile çocukları 7:00 uçağına yetiştirmek için saat 4:20'de kalktım.
Karanlıkta arabanın camına ince yağmur damlaları düşüyordu. Havaalanına
yaklaştığımızda ağaran gün, kara bulutlu bir gökyüzü ortaya çıkardı. Geriye,
köye yaklaştıkça hızını artıran bir yağmurda döndüm. Yollar boştu. Hemen
soyunup yattım.
İki saat sonra uyandığımda içeri güneş giriyor, açık bıraktığım pencereden,
yıkandığında her biri değişik bir koku çıkartan bitkilerin Karacaoğlan'a
yabancı olmayan rayihası geliyordu.
Yağmur yağar yeşil otlar bitirir/Yel estikçe rayihasını getirir. Hiçbir Fransız
parfüm ustasının şişelemesi mümkün olmayan tarifsiz bir koku, Tanrı'nın
kokusu.
Adanın en çok kışlarını seviyorum. Ne kadar soğuk ve bulutlu olursa olsun,
güneş uzakta değil. Bir milimetre gökyüzü görünmez, bardaktan
boşanırcasına yağmur yağarken bile güneşin yüzünü göstermek için
sabırsızlandığını hissedersiniz. Bazen daha yağmur yağarken bulutların
arasında bulduğu bir çatlaktan toprağa ışıldıyor.
Bazen, yağmur altında, uzaklarda bir yerlerde mavi bir gök ve yere vuran
ışığın huzmeleri görünüyor. Orada, rüzgâr almayan kuytu bir yerde,
kazağınızı çıkarıp oturabilirsiniz, güneşin nefis sıcağına sarılıp.
Kahvaltı: Çay, kızarmış köy çöreği, bizim bahçenin zeytinyağı ve arkadaşımın
bahçesinden getirdiği avokado.
Budama aletleri ile kayısıların bulunduğu yere yürürken hava hâlâ güneşli
ama arkamdaki Beşparmakların üzerinden siyaha çalan bulutlar yağmuru
yavaş yavaş köye doğru getiriyor.
Sonuncu kayısıyı bitirmek üzereyken üzerime damlalar düşmeye başladı.
Akdeniz'in üzerinde, Toroslar'a doğru gök gürlemeleri geliyordu.
Ben Bir Hiçim
75
Eve dönüp çay yaptım. Sırtımdaki kazaktan ıslak yün kokusu geliyordu.
Yağmur dinince bahçeye geri döndüm ve güneş batıncaya kadar çalıştım.
Üst kattaki yatak odamda üstümü değiştirirken Bellapaix'e bakan
pencereden, ağaçların arasında bir köpek, görünmeyen bir vücuda ait
çizmeler ve paçaları çizmelere sokulmuş pantolon belirdi.
Çizmeler hareket edince kocası öldükten sonra esrarengiz bir nedenle selamı
sabahı kesen İngiliz kadını gördüm. Hayalet gibi sessiz, soğuk, ağaçların
arasında durmuş sabit nazarlarla yere bakıyor.
Görüldüğünün
farkında
değil.
Üşümüş.
Elleri
derinlemesine
yeşil
Barbour'un ceplerinde. Çizgili, ince uzun yüzünde derin bir mutsuzluk
ifadesi.
Köpeği işini bitirir bitirmez seri adımlarla evine doğru yürümeye başladı.
Arkadan görünen, dar omuzlar, sıska bacaklar... Sırtında sanki elbise değil
bir gam yükü var!
Hayatta kalmanın bedeli başkalarının ölümüdür. Ama şimdi bunu
düşünmenin sırası değil.
SENİN OTURDUĞUN YERDE OTURACAĞIM
Ozanköy
Zeytin fidanlarını budadıktan sonra dinlenmek için istiflediğim dalların
üzerine oturdum. Gün iyi başlamamıştı. Gecenin bir vakti Selim (10) odama
geldi:"Baba ben hastayım. Kusacağım."
Yalınayak, soğuk ahşabın üzerinde, elim omzunda onu tuvalete götürdüm.
Geceleyin yemekte buzdolabından meyve suyu çıkarıp içmişti. Bardağın
yansını geçtikten sonra annesi meyve suyunun küf tutmuş olduğunun
farkına vardı. Uyuya uyana, gün doğuncaya kadar dört defa tuvalete
yolculuk yaptık. Hava ağarınca onu yorganı ve yastığı ile birlikte aşağıya
indirip salonda, şöminenin önündeki koltuğa yatırdım. Hemen uyudu.
Ateşi yakmak için bahçedeki odunluktan çalı çırpı almaya giderken yağmur
çiselemeye başladı.
Gök kurşuni, yer yeşil. Aylar süren kuru mevsimden sonra gelen
yağmurlarla ağaçlar suya doydu, mısır inciri kaktüslerinin buruşuk
yapraklan şişti, toprağın her milimetresi otlar ve çiçeklerle kaplandı. Ateşi
yakarken Selim yorgana gömülmüş uyuyordu.
Kahvaltı edip budama aletlerimi aldım ve zeytin fidanlarının olduğu yere
gittim. Yağmur dinmişti.
Bulutların arasındaki bir çatlaktan güneş göründü.
Ben Bir Hiçim
76
"Adadaki ışığı başka bir yerde bulamazsın," demişti ressam arkadaşım Emin
Çizenel. "Havada bir baharat var. Allah Kıbrıs’a torpilli davrandı."
Önce yağmurluğumu, beş-on dakika sonra kazağımı çıkardım. Gökyüzü süt
beyazı bir renge döndü. Sadece dağların tepelerinde yassı uzun bulutlar
vardı.
Zeytinleri budamak iki saatimi aldı. Dalların üzerinde otururken Sara (8)
çıkageldi: "Kendime keçiboynuzu keseceğim."
"Dönünce sana bir iş var," dedim.
Birkaç dakika sonra keçiboynuzu kemirerek döndü.
"Portakal ağacına git," dedim. "Üstündeki en iri, sulu ve portakal renkli
portakalı kes ve getir."
Sara ağacın etrafında biraz dolandıktan sonra bir portakal koparıp getirdi.
Portakalı soydum, ortadan ikiye ayırdım, yansını ona uzattım.
"Yarısının yarısını istiyorum," dedi.
Karşılıklı portakallarımızı yedik.
"Bir tane daha getirir misin?”
Sara aynı yolu izleyerek ağaçtan bir portakal daha kesip getirdi.
"En iri, sulu ve portakal renkli olanı bu muydu?"
"Hayır" Güldü. "O ilk getirdiğimdi. Bu ikinci en iri, sulu ve portakal renkli portakal," dedi.
Portakalı soyarken sesini çıkartmadan beni izledi.
"Büyüdüğümde senin oturduğun yere ben oturacağım ve çocuklarıma bana
en iri, sulu ve portakal renkli portakalı getirin, diyeceğim," dedi.
Ben üçüncü portakalı yerken bahçede bırakıp eve gitti. Biraz sonra Selim'le
beraber geri döndüler. "Annem seni yemeğe çağırıyor," dedi oğlan.
Yanaklarına kan geri dönmüştü. Başını göğsüme dayadı.
"Siz gidin, biraz sonra ben de geleceğim."
Mutfağın kapısını kapattığımda karım ve çocuklar çatırdayan ateşin ısıttığı
odada makarna ve salata yiyorlardı. Başımı kaldırıp yukarı bir teşekkür
gönderdim.
Ben Bir Hiçim
77
ALTMIŞ! İY'Kİ DOĞDUN METİN MÜNİR…
Dün sabah, siz uyurken, ben güneş doğmadan, ezan okunmadan 60 yaşına
bastım. Bastım veya tamamladım. Bu hesabı yapmasını hiç öğrenemedim.
Ama önemli değil. Bundan sonra "kaç yaşındasınız" diye sorulduğunda -
yutkunma!- "altmış" diyeceğim, "altmış yaşındayım."
Altmış yaşındayım ve size sadece güzel haberlerim var.
Hayatımda bu kadar mutlu ve dingin olmadım. Gerçi kalp krizi geçirdim ama
sağlığım yerinde (eğer bu iki şeyi aynı anda söylemek saçma değilse).
Hiçbir yerim sızlamıyor. (Yalnız yürüdükçe dizlerim çatırdıyor biraz, ara sıra,
meslektaşım Mutlu Tömbekici'nin bir gün yanımda yürürken şaşkınlıkla
fark ettiği gibi.)İstediğimi yiyorum. Geceleyin rahat uyuyorum.
Saçlarım hâlâ başımda, dişlerim ağzımda.
Yüzümün kırışması, saçlarımın beyazlamaya başlaması beni üzmüyor ve
korkutmuyor. Daha beyaz, kırışık ve çirkin olmaya hazırım. Cerrahi
müdahale ile daha genç görünmek aklımın kenarının kenarından bile
geçmiyor.
Bana ayrılmış olan günlerin büyük bir bölümünü tüketmiş olmak beni
ürkütmüyor. Yeniden genç olmayı arzulamıyorum.
Hayatı geriye dönülmeden bitirilmesi gereken bir yolculuk olarak görüyorum.
Doğa, Tanrı ve insanlarla barışığım. Hiç kimseden -bana kötülük edenler
dâhil- nefret etmiyorum. Hiç kimseden intikam almak arzusunda değilim.
Hiç kimseyi kıskanmıyorum. Kendimden başkası olmak istemiyorum.
Kadınları seviyorum, kadınlar da beni seviyor. Sahip olduğum şeyler bana
yetiyor. Doğanın sofrasından aç gözlülük yapmamış olarak kalkmak
istiyorum.
Zengin olmadım ama -umarım- biraz akıllandım ve olgunlaştım. Çok
gayrimenkulüm ve hisse senedim yok ama çok kitabım var.
Çok sevdiğim bir işi yapıyorum. Hiçbir zaman kendimi emekliye
ayırmayacağım.
Bunayıncaya veya ölünceye veya istenmeyinceye kadar çalışacağım.
Gelecek, ambarında benim için büyük şansızlıklar ve felâketler depoluyor
olabilir. Umarım bunlar önüme çıktığında -çıkarsa- Metin olacağım.
Her zaman "her şey çok kolay olacak, çok iyi olacak, çok güzel olacak, bolluk
ve bereketim kolaylıkla önüme gelecek," diyorum ve diyeceğim -her şey
kolay, iyi ve güzel olmadığı zamanlarda bile.
Hiç mi kötü bir şey yok bu 60 yaşla ilgili? Ummm! Bir dakika. Düşüneyim.
Hayır. Yok. Şu anda aklıma gelmiyor. Doğru söylüyorum. Gerçekten.
Korkmadan ilerleyin.
Ben Bir Hiçim
78
SU BAŞINDA DURMUŞUZ
"Manzaranın güzelliği hüznünde yatar." Orhan Pamuk un son kitabı
İstanbul'un başlangıcında Ahmet Rasim'den(1864-1932) alıntılanmış bu
cümle var.
Kitabı aldığımdan beri ne anlama geldiğini düşünüyorum. Daha doğrusu, bu
tespitin doğru olup olmadığını. Rasim'in bu cümleyi hangi bağlamda
kullandığını bilmediğim için kesin bir yargıya varmam imkânsız. Ama gene
de düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir manzara hüzün verdiğinden
dolayı güzel olabilir mi? Yoksa doğrusu, "Manzaranın güzelliği hüzün
veriyor" mudur?
Güzel bir manzara kendiliğinden ne hüzünlü ne de neşelidir. Ama
manzaranın güzelliği onu seyredene hüzün verebilir. Çünkü manzaradan -
denizden, dağdan, şehirden, çölden, beyaz kutup sonsuzluklarından - bir ses
yükselir ve şöyle der: "Ne ben kalıcıyım ne de sen kalıcısın." Bütün
güzellikler kayıpla ilişkilidir ve bütün kayıplar insana hüzün verir.
Gelecek kayıpların olduğu yerdir. İnsan varlığı duraksız bir kaybetme
sürecidir. Manzarayla beraber geleceği de gördüğümüz için hüzünleniriz.
Kusursuz güzelliğe sahip bir manken aynada kendini seyrettiğinde fiziki
mükemmelliğini görüyor olmaktan duyduğu mutluluğun kıyılarında hüzün
vardır. Bu hüznü ona güzelliğinin kalıcı olmadığını bilmek verir. Bir gün
yüzü annesininki gibi buruşacak, memeleri sarkacak.
Kardan beyaz dişleri sararacak. Yüzünün yürek hoplatan güzelliğini aynada
seyrederken gelecekte yatan bu kaçınılması olanaksız kayıp ona hüzün verir.
Bütün güzellikler içlerinde yok oluşlarını saklar.
Geceleyin odanıza çekilmeden ö