Ben bir Hicim by Metin Münir - HTML preview

PLEASE NOTE: This is an HTML preview only and some elements such as links or page numbers may be incorrect.
Download the book in PDF, ePub, Kindle for a complete version.

gürültüsünden uzaklaşmak için dağa kaçıyorum. Ama sanki burada da

trafik uğultusu duyuyorum. Galiba gürültüyü küpe gibi kulağımda

taşıyorum.

Kendime kaçacak başka bir yer bulmalıyım. Finlandiya veya Norveç belki.

Veya Gürcistan, Yeni Zelanda.

İnsanlar gürültüyle çoğalıyor ve daha çok şey istiyor. Sofra her gün yeniden

kuruluyor, her gün bağdaş kuranlar arasında bir gün önce olmayanlar var.

Daha çok, daha çok, daha çok. Daha uzun yaşamak istiyorum. Gençliğim

hiç bitmesin. Daha çok üretin benim için. Daha çok satın alayım. Daha

büyük uçak. Daha büyük ev. Daha geniş yol. Daha fazla araba. Daha çok

kredi.

Doğanın sermayesi tükenmek üzere. Duvardaki delikten çekilen geri ödemesi

mümkün olmayan bir kredi. Ama farkında değil. Kartı deliğe sokmaya devam

ediyor.

İnsan doğanın kendi kendini imha genidir.

İçime kırmızı bir hiddetle doluyor.

Ben Bir Hiçim

index-155_1.png

153

Ömrümde bu kadar değişikliğe ihtiyacım yoktu. Bu adada sevdiğim her

şeyin yok olmasını görmesem de olurdu. Denizler bu kadar çabuk

pislenmemeli, hava bu kadar çabuk kirlenmemeliydi. Her yıl geri dönen

kırlangıç sayısı bu kadar azalmamalıydı.

Keşke on bin yıl önce bir taş devri adamı olarak burada oturuyor olsaydım.

ZAMAN TATTIR

Palmanova, Kuzey İtalya

Venedik devrinden kalma yeşil panjurlu, iki katlı binanın üzerindeki güneş

saatinin altında "Il tempo e sapore" yazıyor.

İtalyan arkadaşıma soruyorum, ne anlama geldiğini. "Zaman tattır" diyor.

"Her mevsim ayrı tatlar getirir."

Her mevsimin meyvesi ve sebzesi ayrıdır. Onu kastediyor.

Kış başlangıcında pazara önce kabuğu yapay olarak sarartılmış mandalina

gelir. Suyu azdır. Tadı ekşidir. Zamanla tatlanır, turunculaşır, suyu

dilimlerin cidarını zorlamaya başlar. Isırdığınızda tombul dilimden suyu

ağzınıza fışkırır. İlkbahara doğru mandalinanın kabuğu buruşur, dilimler

rejim yaparak zayıflamış bir insanın karnı gibi yumuşar, elastikiyetini

kaybeder. Keskin mandalina tadı azalır. Sonra yavaş yavaş mandalina

tezgâhlardan kaybolur. Bu yazdıklarım duvarın üzerine "İl tempo e sapore"

yazıldığı on altıncı yüzyılda doğruydu. Artık değil.

Artık yılın her mevsiminde, paranız varsa, hemen hemen her meyve ve

sebzeyi bulmak mümkün. Gübreler, hormonlar, genetik yapısı değiştirilmiş

tohumlar, seralarda yaratılan yapay iklim koşulları sayesinde yılın 365 günü

çilek, salatalık yiyebilirsiniz. Seralarda mevsim hep yazdır.

İnatla sadece kendi mevsiminde güneşe bakarak meyve vermekte ısrar eden

üzüm, kiraz, zerdali gibi meyveleri de kuzey küre kış yaşarken yaz yaşayan

güney küre ülkelerinden getiriyorlar.

Çocuklara bir zamanlar her meyve ve sebzenin ayrı mevsimi vardı deseniz

inanmayacaklar.

Zaman tat olma özelliğini kaybetti.

Doğal zamanında toprakta büyüyüp güneşin etkisiyle olgunlaşmayan meyve

ve sebzelerin tadı yok.

Temmuz’da muz, Aralık’ta kiraz yenmez.

Bilimsel olmadığına eminim ama bana sanki mevsimsiz yenen meyve ve

sebzenin vücuda faydası yokmuş gibi geliyor.

Ben Bir Hiçim

index-156_1.png

154

Artık zamanın tadının olmasını istiyorsanız o tadı kendiniz yaratacaksınız.

Böyle bir arkadaşım var. İstanbul yakınlarındaki çiftliğinde organik meyve

yetiştiriyor ve dostlarına dağıtıyor. Beni de birkaç hafta önce listesine alarak

mutlu etti.

Adını vermeyeceğim, çünkü bir talep bombardımanına tutulmasını

istemiyorum.

"Geçen yıl, dostumuz olan 8-10 aileye deneme mahiyetinde haftalık sürpriz

kutular gönderdik" dedi arkadaşım. "Bu haftalık kutulardan çok mutlu olan

arkadaşlarımız bu yılki hedefimiz olan 30 aileyi bulmak için yardımcı

oldular. Şu anda 22 aileye tarladan bir saat önce toplanmış ürünü

kapılarına kadar götürüp teslim ediyoruz."

Kutularımızdan ne çıkabilir? Balkabağı, fındık, patlıcan, domates, salata

cinsleri, pırasa, maydanoz, fesleğen, nane, sarımsak, havuç, ceviz reçeli,

karpuz, turp, yabani roka, biberiye, yabani erik reçeli (Yabani erik de ne?),

ev turşusu, zeytinyağı. Il tempo ancora sapore yazdırıp evinin kapısının

üzerine asmalıyım. Zaman hâlâ tattır.

YILANBALIĞININ YOLCULUĞU

Londra

Her Londra'ya gelişimde muhakkak uğradığım yerlerden biri kitapçı

Hatchards'tır.

Aynı mekânda 1797'den bu yana faaliyet gösteren Hatchards Londra'nın en

eski kitapçısıdır.

Yeni çıkan Nuclear Renaissance (Nükleer Rönesans) adlı kitabı arıyorum.

Girişteki dikdörtgen masanın üzerinde teşhir edilen yeni çıkan kitaplara göz

gezdirdikten sonra birinci kattaki küçük bilim bölümüne gidip kasiyerin

önüne dikildim. Kitabın adını bilgisayar yazdı.

Londra'da bir tek nüsha var dedi. British Museum'un yanındaki Gower

Street Waterstone kitapçısında. Ama bulurum diye gitmeyin, çünkü

muhtemelen bir müşteri için ısmarlanmıştır. Fiyatı 45 sterlin (135 YTL

civarında). Bu tür fiyatta kitaplar stokta tutulmaz.

Geri bilim bölümünün raflarına döndüm, çünkü orada ilgimi çeken bir kitap

görmüştüm. The Book of Eels. Yılanbalığı Kitabı. Kitabın eleştirisini bir

gazetede okumuştum. Raftan alıp kasiyere götürdüm ve parasını ödedikten

sonra Panton Street'teki sinemaya yürüdüm. Sinemanın kapıları yarım saat

sonra açılacaktı. Leichester Square meydanına yürüyüp oradaki banklardan

birinde beklemeye karar verdim.

Güneş çıkmış, havayı ısıtmaya çalışıyordu ama zaman zaman kıpırdayan

serin rüzgâr İngiliz havasının her an değişmeye aday olduğunu

hatırlatıyordu. Çevresinde Londra'nın en büyük sinemalarının bulunduğu

Ben Bir Hiçim

index-157_1.png

155

meydan her zaman olduğu gibi kalabalıktı. Banklarda çoğu genç kız ve

erkekler konuşuyor, karton kutulardan yemek atıştırıyor, fotoğraf çekiyor,

gülüşüyor. Bilet kulübesinden çevredeki tiyatroların o akşamki seanslarının

son kalan biletlerini almak isteyenlerin meydana getirdiği uzun bir kuyruk

var.

Bir banka oturdum. Yanımda bir adam, onun yanında Türkçe konuşan iki

genç kız oturuyordu. Bir süre sonra adam kalkıp gitti. Onun yerine ise,

oturur oturmaz sandviçini açıp yemeye başlayan başka bir adam oturdu.

Dalları birbirine değen uzun çınarların altındaydık.

Sandviçli adam yemeğini bitirir bitirmez kalktı. Kızlar sohbetlerine devam

ettiler. Birisinin arkası bana dönük olduğu ve diğerinin görüntüsünü

kapattığı için yüzlerini göremiyordum. Önemsiz şeylerden bahsediyorlardı.

Dil

öğrenmek

için

Londra'ya

gelen

ve

barınak

karşılığı

çocuk

bakanlardandılar.

Sinema saati yaklaşınca kalktım. Meydanın ortasındaki ünlü İngiliz şairinin

heykelinin dizine dayalı taş bir kalkan var. Üzerinde İngilizce "Tek karanlık

cehalettir" yazıyor.

Tek aydınlık da bilgiden gelen olmalı, o zaman.

Yılanbalıkları dünyanın en esrarengiz yaratıklarıdır. 15-20 yaşına

geldiklerinde bulutlu ve aysız bir gece yaşadıkları nehirleri, dereleri, tatlı su

göllerini terk edip Atlantik'in ötesindeki Saragosa Denizi'ne giderler.

Yolculuk binlerce kilometre sürer. Saragosa Denizi sakindir ve kendine has

bir ısı ve tuzluluk derecesi var. Yılanbalıklarını çeken belki de budur.

Denizin karanlık diplerinde yüz binlerce, belki de milyonlarca yılanbalığı

çiftleşir.

Erkek yılanbalığı dişi yılanbalığının doğurduğu binlerce yumurtanın üzerine

spermlerini serper. Bu birleşmenin meydana getirdiği şeffaf, minik

yılanbalıkçıkları Atlantik'le boğuşarak geri anne babalarının terk ettiği

nehirlere, derelere dönerler. Anne babalar ise ortadan kaybolur. Neden ve

nereye, hiç kimse bilmiyor. Yüzyıllardan beri Batı'da bu konuda araştırmalar

yapılıyor olmasına rağmen yılanbalıklarının hayatıyla ilgili birçok şey hâlâ

bilinmiyor.

İnsanın kaderi bu. Ne bilgisinin aydınlığı ne de cehaletinin karanlığı tam

değil.

UZAKLARDAN ARA SIRA

Ozanköy

Uzaklardan ara sıra gök gürültüleri geliyor. Ben burada sıcaktan yanarken

bir yerlere yağmur yağıyor.

Hava raporunda Türkiye'de hafta sonuna kadar sürecek sağanak yağmurlar

vardı. Ucu buralara dokunabilir mi?

Ben Bir Hiçim

index-158_1.png

156

Yataktan kalkıp pencereden dışarı bakıyorum. Kararsız bulutlar geçiyor.

Geri yatağa dönüyorum. Başımı yatağın ayakucuna yerleştirdiğim yastık

yığınına dayayıp uzanıyorum. Biri dağa, diğeri denize bakan pencerelerden

ara sıra gelen esintiyi yakalamak ümidiyle böyle yatıyorum, yelkenleri sarkık

kotra gibi.

Sıcak düşünmeyi yavaşlatıyor. Seks isteyen ağustosböcekleri sıcak kadar

ısrarcı. Ötüşleri birbirine karışıyor. Saksağanların ötüşünden iyice eve

yaklaştıklarını anlıyorum. Aralarında heyecanla bir şeyler konuşuyorlar

sanki.

Aylardır yağmur yememiş, susuzluktan yanmış toprak, ağzı açık bekliyor.

Ben de bekliyorum. Bir boşalsa hepimiz rahatlayacağız.

On on beş dakika, bir şey yok. Sonra dut yapraklarına birkaç damlanın

düştüğünü duyuyorum. Sonra her taraftan serpişen damlaların sesi geliyor.

Bazen bulutun içinde fazla yağmur yoktur. Yolladığı her damlanın sesi teker

teker duyulur. Düşen öyle bir yağmur. Birkaç dakika devam ediyor ve

duruyor. Sıcak devam ediyor. Bir zaman daha geçiyor. Yeniden başlıyor. Bu

defa yağmaya devam ediyor. Gene kesiliyor. Gök gürültüleri çok uzaklarda

gidiyor.

Gene kalkıyorum. Dut ve incir ağaçlarının yapraklarındaki toz tabakasında

damlalar kanal açmış. Toprakta ıslanma belirtisi yok. Ama ısı hafifçe düştü

ve havada toprak ve ağaç kokusu var. Denizden ara sıra gelen esinti hafifçe

perdeleri kaldırıyor.

Tembel, amaçsız günler. Tek başınayım. Zaman gibi akıyorum günlerin

içinden, su gibi en az mukavemet noktalarını bularak. Uykum geldiğinde

uyuyorum. Acıktığımda yiyorum. Yüzmek istediğimde denize gidiyorum. Film

görmek istediğim zaman makineye bir DVD takıyorum.

Dün düşünüyordum. Yalnız olmak dışında bir sorunum yok. "Yalnızlığını

sona erdirecek birini gerçekten bulmak istiyor musun?" diye sordum kendi

kendime. "Yoksa yalnızlık keyfini çıkardığını bir türlü kabul etmek

istemediğin bir şey mi?" Her iki sualin de cevabı galiba "hem evet hem

hayır"dır.

Çok şeye sahibim. Sahip olduklarıma şükredip sahip olmadıklarım için

ağlaşmamayı öğretmeliyim kendi kendime. Hayatımdan daha çok memnun

olmayı öğretmeliyim.

Kalkıp sırtıma eski bir tişört, ayaklarıma sarkık bir şort geçirip benden

başka kimsenin yüzmediği çakıllı koya gidiyorum. Yağmur bana gelmezse

ben de denize giderim.

Kayalarda kargalar ötüşüyor. Sahilde kulaklarına numara takılı birkaç keçi

var. Yanlarına yaklaşınca yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. O zaman mayoya

gerek yok.

Kendimi sulara bırakıp sırtüstü kulaçlarla ileriye, denizin daha derin ve

serin olduğu yerlere yüzüyorum.

Ben Bir Hiçim

index-159_1.png

157

AİLE SIRLARI

Ozanköy

Sabahleyin yüzümü yıkamak için banyoya giderken sofadaki merdiven

tırabzanında bir güvercin gördüm. Sırtı duvara dönük oturmuş, elbise

dolabına bakıyordu. Açık pencerelerden girmiş olmalıydı.

"Selam" dedim, "Bana bir şey söylemeye mi geldin?"

Kıpırdamadan oturmaya devam etti. Banyonun kapısında durup ona ıslıkla

bir Mikis Theodorakis şarkısı çaldım. Tren saat sekizde kaçıyor. Gene

kıpırdamadı. Beni görmesi için kıpırdamasına gerek yoktu - gözleri

başlarının yanında olduğu için kuşların yanlarını görmek için kafalarını sağa

sola çevirmelerine gerek yok, biliyorsunuz.

Kırmızı ayaklı, kurşuni, kuyruk kısmı beyaz bir güvercin. Bahçede elektrik

tellerinin

üzerinde veya

toprakta

tohumları

gagalarken

gördüğüm

güvercinlerden biri olmalı.

"Nasıl istersen" dedim.

Banyoya girip dişlerimi fırçaladım, yüzümü yıkadım. Yüzümü kurularken

geri dönüp baktım. Güvercin pozisyon değiştirmişti. Bu defa sırtını dolaba

dönmüş, beyaz duvara bakıyordu.

Basamaklardan inerken yanından geçmek zorundaydım. Ürkütmeden

yürümeye çalıştımsa da merdivene doğru iki adım atınca kanatlarını

gürültüyle çırparak uçtu, elbise dolabının üzerine tünedi. Basamaklardaki

pisliğinden misafirimin geceyi benimle beraber geçirmiş olduğunu anladım.

Mutfaktan ıslak bir bez alarak basamağı temizledim.

Neden yalnızdı? Kendine kalacak yer arayan genç bir güvercin olabilir miydi?

Yoksa bahçedeki sürünün yolladığı bir öncü müydü? Belki de evin sürü için

uygun olup olmadığını keşfetmeye yollanmıştı.

Ama birkaç gün sonra dönüyorum ahbap. Ardımdan Mehmet kapıları ve

pencereleri kapatacak ve kilitleyecek. Buradaki günler çok çabuk bitti. Yıllar

geçtikçe zaman gittikçe daha hızlı geçiyor. Güvercinler için de öyle mi? Sen

kaç yıl yaşarsın?

Yukarı çıktığımda güvercin hâlâ dolabın üzerinde tünüyordu. Beni görünce

pencere yönüne birkaç adım attı. Rengi gri değil morumsuymuş. Boynunun

altı yeşil. Başı takkeli. Acaba güvercin değil de güvercine benzeyen bir kuş

musun? Yoksa dolabın üzerine yumurtladın mı? O zaman işler karışabilir.

Bu durumlarda dostum Hikmet'i ararım. "Güvercindir" dedi. "Öteki kuşlar

pek girmez eve. Yanlışlıkla girdi, çıkamıyor. Bazıları insancıl olur. Kaçmaz.

Yuva yapmak isteyebilir. Gönder gitsin."

"Ben yürüyüşe gidiyorum" dedim güvercine. "Sen en iyisi kendine başka bir

yer bul. Mehmet seni içeri kilitlerse açlıktan ölürsün."

Ben Bir Hiçim

index-160_1.png

158

Arabayı köyün üst başına park edip asfalttan yokuş yukarı yürümeye

başladım. Alevkaya'ya varmam bir saatimi aldı. Avucunuzda bileğinize

damlatıp kokladığınız pahalı bir parfüm kadar nefisti güneşin dağdan

çıkardığı servi ve çam kokusu. Batıya, Girne ve Beşparmak dağlarına doğru

manzara sıcak havanın yerden çektiği su ve nemle sisliydi. Bir kayanın

üzerinde "Zeyno'yu seviyorum-Nazım" yazılıydı.

Tepede, piknikçiler için yapılan yerde, bir tek ruh yoktu. Sol tarafımda

görünmeyen bir yerden bir kuzunun acı acı melemesini duydum. Herhalde

kaybolmuştu. Çünkü buralarda koyun sürüleri bulunmaz. Yoksa oğlak

mıydı? Bir yerlerde kartal ötüşü duydum ama tekrar tekrar bakmama

rağmen göremedim. Kuzunun melemesi aniden kesildi.

Ben daha doğmadan babam buralarda ormancılık yapmıştı.

Bir gün ablamdan şu e-mail'i aldım: "Annemle babamın evliliklerinin ilk

yıllarını Alevkaya'da geçirdiklerini biliyor muydun? Nenemden dinlediğime

göre annemle babam nikâhlandıktan sonra babam geceleri ata atlar ve

Alevkaya'dan Lefkoşa'ya, anneme gelirmiş. Hatta annem düğünde bana 5-6

aylık hamileymiş. İşte tapınağım dediğin ormanda belki babamın ayak

izlerini izliyorsundur. Belki de ağaçlarda gördüğün o işaretlerin bir kısmını

bizzat babamız yapmıştı."

Eve döner dönmez yukarı çıktım. Güvercin aynı yerde duruyordu. Ertesi

sabah da ordaydı. Bir gün sonra da. O gece bir arkadaşım bende kalmaya

geldi. İkimiz de uyuyamadık. Gün ağarıncaya kadar konuşmalar, odalar

arasında gitme gelmeler oldu.

Ertesi sabah güvercin yoktu. Bir daha geri dönmedi. "Bunlar beni geceleri

uyutmayacak, en iyisi ben kendime başka bir yer bulayım" demiştir.

AYLAK ADAM VE GÖBEKLİ KADIN

Ozanköy

Başım çam ağacının toprağın üzerinde kalan kökünde, yatıyorum. Buraya

sıcaktan kaçmak için geldim.

Var olmakta büyülü bir şey var. İşte gökyüzü. İşte deniz. İşte ağaçlar. İşte iki

keklik. İşte sessizlik.

Bu anı birisiyle paylaşmak istiyorum. Cep telefonumu çıkarıyorum ve

kemerimden aşağı yere uzanmış bacaklarımın fotoğrafını çekiyorum. Altına,

"Kim bu ve ne yapıyor tahmin et?" yazıp göbekli kadına yolluyorum.

Sonra telefonun fotoğraf makinesini yukarı çeviriyorum ve yumuşak mavi

gökyüzünde, taranmış saç kadar ince, buğday demetlerini andıran bulutları

çekiyorum. "Yere uzanmış bunları seyrediyor," yazıp onu da yolluyorum.

Az sonra telefonum bipbipliyor. "Çok şanslısın. Ben de evde dolapları

düzenliyorum. Orada olmayı yeğlerdim."

Ben Bir Hiçim

index-161_1.png

159

Geleceğini bilsem, "O zaman dolapları bırak ve gel" yazardım, ama gelmez.

Boş ver. Dolap düzenlemek istiyorsa, bırak dolap düzenlesin.

Aşağıdaki tepelerdeki golf sahası inşaatından bir buldozer sesi geldi. Bu

sesler beni uzun müddet yalnız bırakmıyor. Artık onlardan kurtuluş yok.

Alçak dağ ve dar sahil arasında nereye gidersen git birilerinin doğaya

gürültüyle bir şeyler yaptığını duyacaksın.

Bir işadamı arkadaşım, inşaat sektörünün itmesiyle "kalkınma" hızının

astronomik boyutlara ulaşmış olduğunu söylemişti.

Buna yere çimento dökme, ağaç sökme, kaya kırma, çevreyi kirletme hızı da

diyebilirsiniz.

Gençlikten yaşlılığa geçmek nasıl bazı şeyleri yitirmek, yoksun yaşamayı

öğrenmekse, ekonomik kalkınma da doğayı yitirmek, ondan yoksun

yaşamaya başlamaktır. Bu daha büyük bir kayıp ama. Yaşlandığınızda

yitirdikleriniz size aittir. Doğanın kaybettikleri doğada yaşayan bütün

canlıları yoksullaştırır.

Kalkınıyoruz ama ilerlemiyoruz. Kim etmişti bu lafı?

İşte yerde boş kovanlar. İşte kaçak kesilip kökü ve dalları bırakılan çam. İşte

plastik su şişesi. İşte boş sigara paketi.

"Bütün ağaçları keseceksin, bütün hayvanları avlayacaksın, bütün suları

kirleteceksin, havayı her yerde teneffüs edilemez hale getireceksin ve ancak o

zaman paranın karın doyurmadığını anlayacaksın," demişti Cree şefi beyaz

adama.

Sadece güzel şeylere bak. Bu tavsiyeyi kimden almıştım?

Göbekleniyorsun demiştim ona bir gün.

"Haklısın," demişti. "Bazen göbeğime hayretle bakıyorum. Bu da nereden

geldi? Bazen önümdeki yuvarlaklığı seviyorum. Genelde umurumda değil.

Çünkü göbeğimin benim ne olduğumla veya ne yapmak istediğimle bir

alakası yok."

Acıktım. Eve dönüp patatesli yumurta yapacağım. Ve öğleden sonra

uykusuna yatacağım.

İşte araba. İşte toprak yol. İşte kertenkele. İşte geriye kalan hayatın.

Ben Bir Hiçim

index-162_1.png

<