şeyler heyecan verici bir hayat devamlılığı yaratıyor bende."
Alaton, Alarko şirketinin kurucu ve en büyük hissedarlarındandır. Şirket
inşaat, enerji ve klima imalatı gibi işlerle uğraşıyor.
Alaton, normal mesai yapar gibi işe gittiğini ama şirketin işlerine
karışmadığını söylüyor. Ortaköy'de yeşillik içinde, Boğaz'a bakan, yazın
balkonunda oturduğu bir ofisi var.
"Emekli olmama gerek yok" diyor. "Ben şirketi aştım. Şirket benim için
önemli, ben şirket için önemli değilim."
Enerji konusunda bilgi almak için aramıştım onu ve enerji konusunda bilgi
aldım. Aradığım bilgi düğmeyi çevirdiğinizde kablodan elektrik ampulüne
giden enerjiyle ilgiliydi. Bu konuda bana bir şey söylemedi.
"O iş ile başka arkadaşlarım uğraşıyor" dedi. Onun yerine bana pozitif
düşünmek, çalışmak, merak etmek, keyif almakla ilgili enerji konusunda
bilgi verdi.
Umarım bunun birazını bu yazı aracılığıyla sizlere de geçirebildim.
HOSTESİN DİŞLERİ
11,277 metre yükseklikte uçuyoruz ve dışarıda sıcaklık eksi altmış derece.
Uçak ortadan ikiye bölünürse yere düşmeden önce buz keseceğimiz
anlamına mı geliyor bu?
Hostes boş çay fincanımı alırken gülümsüyor ve dişlerini görüyorum. Çok
güzel dişleri var. Beyaz, sağlıklı ve göze hoş gelen bir biçimde sıralanmış.
Dudakları güzel. Gülümseyişi de.
Gülümseyişi güzel olan çok az insan var, düşünecek olursanız. Birçok
insanın gülümseyince ağzı açık bir yaraya benziyor.
Ben Bir Hiçim
171
Canım hostesin yeniden gülümsediğini görmek istiyor. Gülümsesin,
dudakları aralansın ve dişlerini yeniden göreyim istiyorum ama onu çağırıp
"Bana lütfen dişlerini göster" diyemem. Her ne kadar bu, müzede geri dönüp
aynı tablonun önünde bir defa daha durmak gibi zararsız bir istek olsa da.
Hostes bunun zararsız bir istek olduğunu bilemez. "Dişlerini görmek
istiyorum. Lütfen bana gülümse" desem herhalde yüzünden gülümseme
silinir. Belki erkek kabin memurlarını çağırır beni zararsız hale getirmeleri
için. Oysa ben zaten zararsızım.
Yapılabilecek şey var. Yapılmayacak şey var. Hostesten dişlerini
sergilemesini istemek yapılabilecek şeyler kategorisine girmiyor. Şirket
politikası bu hizmeti kapsamıyor. Bilet parasına dâhil değil. Yasaların, dinin
ve kamu vicdanının doğru bulduğu bir istek değil.
Ekranda İstanbul'a 751 kilometre kaldığını okuyorum. Süratimiz saatte 816
kilometre. İstanbul'a 1 saat 10 dakika sonra varacakmışız.
En arkadaki sıranın önündeki sırada oturuyorum. Yanımda iki boş koltuk
var. Sonra koridor. Sonra içki servisi başladığından bu yana sürekli viski
içen kazaklı bir adam. Kulaklıkla uçağın diskoteğinden fasıl dinliyor.
Kulaklığından taşan müzik bana kadar geldiğinden biliyorum bunu. Ona
baktığımı görünce yüzü bir tebessümle yırtılıyor ve el sallıyor. Sanki yüz
sene aradıktan sonra bana kavuştu. Zaman zaman ellerini kaldırıp
orkestrayı idare ediyor. Bazen de parmaklarıyla koltuğun kolunda veya
masasında fasla eşlik ediyor. Gözleri zevkten kısılmış. Kafası kendini
rüzgârın akıntısına bırakmış bir martı gibi sallanıyor.
Suratına iki tane patlatmak geçiyor içimden.
Acaba hostesi çağırıp ben de bir viski mi ısmarlasam? Belki kadehi uzatırken
bana gene gülümser.
Yapmak isteyip yapamadığımız ne kadar çok şey olduğunun farkında
mısınız? Sürekli ayak frende.
Herkes güzellik uzmanı. Gözlerimiz yıldırım hızıyla kadınları inceleyip
sınıflandırıyor, güzelliklerine ve cinsel çekiciliklerine göre. Gözün retinası
saniyede yüzlerce defa resim çekip beyne yolluyor.
Ne kadar yorucu bir şey erkek olmak.
Yazın ormanda yürürken çam kozalaklarının çıtırdayarak açıldığını
duyuyorum. Kozalağın olgunlaşmış tohumlarını bırakmasının sesidir bunlar.
Erkek dediğin sürekli çıtırdamaya hazır etten bir kozalaktan başka nedir?
Başımı kitabımdan kaldırınca adamın önüne yeni bir viski kadehi konmuş
olduğunu görüyorum. Eğilmiş, önümdeki koltuklara yayılmış İngiliz kadını
lafa tutmaya çalışıyor.
Uçak iniş için alçalmaya başladı. Şimdi 3,172 metre yükseklikteyiz ve
sıcaklık -1 derece. Burada uçak ikiye ayrılırsa yere düşmeden önce buz
tutmayacağız, sadece biraz üşüyeceğiz.
Ben Bir Hiçim
172
BEYAZ ADAM VE KEDİ
Ozanköy
Dün gece, 19. yüzyılın ortalarına doğru Amerika'nın batısında geçen bir film
izledim. Bir sahnede Amerikalılar trenin penceresinden tüfekle ateş ederek
keyif için bizon öldürüyorlardı. Meşhur naralarını atarak.
Birkaç gün önce Amerika'nın Kansas eyaletinde oturan bir kadından aldığım
mektupta şunlar yazıyordu:
"Uçsuz bucaksız bir göğün altında, bir zamanlar iki adam boyu otlarla kaplı,
gönüllerinin peşinden oradan oraya göçen bilge, yerli Amerikalıların olduğu
ve acaba soyumuz bir gün tükenecek mi tasasından uzak bizon sürülerinin
salındığı bu uçsuz bucaksız gibi gözüken ovalarda artık o denli otlar yok.
Bunların yerini, eski dünyadan gelenlerin yetiştirdiği ormancık denilebilecek
korular ve kocaman yapay göller almış. Arta kalan göz alabildiğince yayılmış
topraklarda ise her türlü tahıl yetiştiriliyor. Yerli Amerikalıların da soyu
kurumuş gibi. Bizonlar nerede derseniz, onlar da soylarının devamı için
birkaç çiftlikte yaşamaktalar."
İki gece önce, gece yarısına doğru, evimin bahçe kapısından içeri girdiğimde
tanımadığım bir kedi, bacaklarıma dolandı. Miyavlayarak aş istedi, ama evde
yiyecek hiçbir şey yoktu.
Ertesi gün bakkaldan bir torba mama aldım. Kedi karnını doyurdu, kabın
içinde kalan yemeğe sırtını dönüp uzaklaştı. Mamasını daha sonra yemek
için saklamak veya başında nöbet tutmak gibi bir alışkanlığı yoktu. Aynı
durumdaki bir insanın yapacağının tersini yapıyordu. Ve bence, insandan
daha akıllı davranıyordu.
Güney Amerika'yı 15. yüzyılda kolonize ettikten sonra Portekizliler, şimdi adı
Brezilya olan topraklarda şekerkamışı yetiştirmeye başladılar. Yerlileri
kullanmak, Afrika'dan esir getirmekten daha ucuz olacaktı. Onları zincire
vurup şekerkamışı plantasyonlarında çalışmaya zorladılar.
Ama yerliler birkaç kamış kestikten sonra duruyor, kırbaca rağmen devam
etmiyorlardı. Nedenini öğrenmek kolay olmadı, ama sonunda çözdüler.
İnsanın kendine yetecek olanından fazlasını kesmesini yerlilerin aklı
almıyordu. Yerliler kedi gibiydiler. Beyaz adam çıkagelmeden önce Afrika ve
Avustralya'daki insanlar da kedi hayatı yaşıyorlardı.
Geçenlerde, dişçide beklerken bir dergide okudum. Kanada hükümeti bu yıl
daha çok kutup ayısı avlanması için ruhsat vermiş. Bunun nedeni, son
zamanlarda ayıların yerleşim yerlerinin yakınlarında alışılandan daha çok
sayıda görülmeye başlanmış olmasıymış. Yetkililer bunu ayıların sayısının
artmasına bağlamışlar.
Gerçek neden daha sonra öğrenildi. Buzlar süratle eriyor, kutup ayılarının
yaşama ve beslenme alanları daralıyordu. Ayılar çoğaldıkları için değil,
yiyecek bulmak ümidiyle yerleşim yerlerinin kıyılarında dolaşıyorlardı.
Kim bilir bu arada kaç ayı öldürüldü.
Ben Bir Hiçim
173
Kendini beğenmiş beyaz adam, dünyayı bir çiftlik, kendini de bu çiftliğin
kâhyası sanıyor. Nerede kaç hayvan vurulacak, hangi mevsimde ne kadar
balık tutulacak, hangi mevsimde hangi kuş avlanacak, hangi bataklık
kurutulacak, hangi nehrin önüne set çekilecek, nerede ne ekilecek,
kurgulayabileceğini sanıyor. Lego kutusunun başındaki çocuk gibi.
Kedi mi akıllı, beyaz adam mı? Öğrenmemize çok zaman kalmadı.
YARALI KARTAL
Ozanköy
Köpek havlamasıyla sigara tiryakisi bir insanın gırtlak temizlemesini bir
arada duyunca bahçe duvarının arkasındaki yoldan geçmekte olanın Ann
olduğunu anladım.
"Ann, sen misin?"
"Benim."
Bahçe kapısıyla taş duvar arasından kafamı gösterdim.
"Buradayım."
Hizamda hüzünlü bir yüz gördüm. "Ellerine sopa alıp köpeğimin üzerine
yürüyorlar" dedi.
Başını, Türkiye'den gelen işçilerin çalışırken bağırarak konuştuğu inşaatlara
çevirdi.
"Böyle terbiyeli köpeklere alışkın değiller" dedim. "Saldıracak sanıyorlar.
Kendi köylerindeki köpekler gibi."
"Bir şey yapmaz diyorum, ama anlamıyorlar. Ellerinde sopa olduğu için
köpeğin onlara havladığını anlamıyorlar. Ben de elime bir sopa alıp onların
üzerine yürüyorum."
"Boş ver," dedim. "Ne yapıyorsun başka?"
"Her sabah uyanınca bir saat ağlıyorum."
Dikkat edince gözlerinin ıslak olduğunu fark ettim. Elindeki kâğıt mendili
gözlerine bastırıyordu. "Her tarafta inşaat var. Her tarafı berbat ediyorlar.
Kimse durdurmayacak."
Başımı salladım.
"Sen ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Ben de her gece uykudan önce bir saat ağlıyorum" dedim gülümseyerek,
ağır havayı biraz dağıtmak için.
Ben Bir Hiçim
174
O sabah Esentepe köyünün üstbaşında yürüyüşe gitmiştim. Arabamı köyün
dışına park ettim ve asfalttan tepeye, Alevkayası’na doğru yürümeye
başladım. Hava soğuktu. Yolla deniz arasındaki ormandan tüfek sesleri
geliyordu. Av günü değildi, ama kim mâni olacaktı?
Yol kenarında kahverengi bir cisim dikkatimi çekti. Ölü bir kuş. Hayır, paslı
bir teneke parçası. Yaklaşınca yavru bir kartal olduğunu gördüm. Başını
gövdesinin altına almış, kanatlarını toplamış. Tüyleri temiz ve parlak. Elimi
uzatıp dokundum. Kaldırıp ters çevirdim. Uzun kanatları yelpaze gibi açıldı.
Pamuk gibi hafifti. Sanki tüylerinin altında et ve kemik yoktu. Başı pat diye
geri düştü. Gözleri matlaşmıştı, göz yuvalarına katran dökülmüş gibi.
Ayakları şaşırtıcı derecede canlı ve güzel bir sarıydı. Karnının altı kanlıydı.
Uçan her şeyi öldüren avcılardan biri vurmuş olmalıydı. Çocukluğumda,
ormanda, adaya has bu kartallardan çok vardı. Sonra ortadan kayboldular.
Nesillerinin tükenmiş olduğunu okudum. Sonra tekrar ortaya çıktıkları
haber verildi. Şimdi işte böyle...
Duvarın bir yanında ben, diğer yanında o dururken bunları Ann'a anlattım.
Eskiden, onun kocası daha sağken ve ben adaya tek başıma gelmezken,
bahçede sarmaşıkların altında veya içeride ateşin çevresinde bir araya gelip
şarap içerken ne konuşurduk? Şimdi bir tek konu var: Açgözlü ve aptalların
adayı süratle tahrip etmesi.
Çöp dolu ormanlar ve yol kenarları. Bina doldurulan sahiller. Dozerlerin yok
ettiği eşsiz kır laleleri, siklamenler, orkideler. Uçan her şeyi yok etmeye
kararlı avcılar. Kâinatın bahçesinde yıkım ve katliam. Kıyamet emareleri.
Ertesi gün, öğleden sonra kapı çalındı. Ann, elinde tahta bir kuş. Doğada
kendiliğinden kuş veya hayvan şekli almış odun parçalarından birinden
yontulmuş bir kuş.
"Sana bir kartal getirdim" dedi. "Yaralı. Ama ölü değil."
İsa yok ve bir daha olmayacak, ama milyonlarca Hıristiyan evinin
duvarlarında ahşap, çarmıha gerilmiş İsa figürleri var. Yaban hayatın sonu
da böyle mi olacak? Bütün yabani hayvanları ve kuşları yok ettikten sonra
ahşap temsilleriyle mi yetinmek zorunda kalacağız?
Aslı gidecek, aslına duyulan özlem kalacak.
Kâinatta insandan daha akılsız ve gaddar bir yaratık var mı?
GÜNEŞTE OTLARA UZANMIŞ
Ozanköy
Güneşte otlara uzanmış, atkım başımın altında yastık, bulutları
seyrediyorum. Mavi bir merada küçük bir koyun sürüsü. Bulutlar öbek öbek
batıdan doğuya gidiyorlar. Aynı anda şekil değiştiriyorlar. Bazıları, oklavanın
altındaki hamur gibi, her yöne doğru genişliyor. Bazılarından parçalar
Ben Bir Hiçim
175
kopuyor, dağılıp yavaş yavaş kayboluyor. Bazılarının ucunda küçük
girdaplar dönüyor.
"Öğren artık bunu," diyorlar bana. "Her şey, her zaman değişim içindedir.
Bunu kabul et. Buna teslim ol."
Kışın en soğuk günlerinde bile adada güneşli, kuytu yerler sıcacıktır.
Lisedeyken, havanın açık olduğu kış günlerinde, bazen sandalyeyi sokağa
çıkarır, evimizin önünde veya yanında, rüzgâr
almayan bir yerde oturarak güneşin keyfini çıkarırdım. Sandalyeyi iki arka
ayağının üzerinde duvara dayar, başımı yukarı çevirir, şimdi yaptığım gibi
bulutları seyrederdim.
İlkbaharda, oluklarda ve kiremitlerde biriken toprağın içinden yağmur suyu
içerek çıkmış çiçekler olurdu.
Kardeşim Ziya, o yıllarda Lefkoşa'nın özelliklerinden biri olan bu dam
çiçeklerini âşık olduğu kıza benzeten bir şiir yazmış, adını Kelebekler
Eksilmesin Başından koymuştu. Dün onu gördüğümde bu şiiri hatırlattım
ve yeniden okumak istediğimi söyledim. "Kayboldu" dedi.
Güneşin önüne bulut geldi mi gölgesi üstüme düşer, anında soğuk içime
işlerdi. Bulut tutamı ufak olunca serinlik birkaç dakika sürerdi. Büyük ve
yavaş hareket eden bir bulut gelince sandalyeyi sırtlayıp içeri girmek
zorunda kalırdım. Evler ısıtılmadığı için içerisi de dışarısı kadar soğuktu, o
ayrı hikâye.
Bazen uzun süre güneşin önünden bulut geçmezdi. O zaman önce kazağımı,
sonra gömleğimi, sonra da atletimi çıkarıp sıska ve kılsız göğsümü güneşe
teslim ederdim.
Şimdi olduğu gibi.
Vaktin çok ama çok bol olduğu o günlerde hoşuma giden başka bir şey
bulutlarda insan veya hayvan şekilleri aramaktı. Şimdi aradığım gibi.
Yanımda olsaydınız parmağımı uzatıp size balık iskeletini gösterebilirdim.
Dünya o kadar güzel ki bazen neden doğayı seyretmekten başka bir iş
yaptığıma şaşıyorum. Başka herhangi bir uğraş vaktin boşa harcanması gibi
geliyor bana. Saatlerce bulutları, ağaçları, çiçekleri, kayaları, dağları, denizi
seyredebilirim.
Burada olduğum zaman, her gün bu bahçede bazen dolaşır, bazen deniz
kenarından getirdiğim yassı çakıl taşının üzerine oturur -mantarın üzerine
tünemiş masal cücesi gibi- çevreyi seyrederim. Ayaklarım bahçede patikalar
meydana getirdi.
Uzandığım yer bahçenin en hoşuma giden köşelerinden biri. Sağımda sıra
halinde ağaç haline gelmiş mısır incirleri, solumda sahte kavaklar var. Mısır
incirlerinin arasından oraya kendi kendini ekmiş sarmaşık, servi,
keçiboynuzu, çitlembik ve mersin çıkıyor. Üzerinde yattığım otlar kısa, sık ve
yumuşacık.
Şanslı olduğumun farkında olmadığımı sanmayın.
Ben Bir Hiçim
176
Güneş battaniye gibi üstümde, doğa yüklü havayı içime çekerken bana bu
dakikaları verdiği için kâinata teşekkürlerimi yolluyorum.
ŞU ANDA PENCEREMDEN İÇERİ BAKSANIZ
Ozanköy
Şu anda penceremden içeri baksanız yatakta bir adam göreceksiniz, ama
orada iki kişi var ve ikisi de benim.
Geceleri aynı anda uykuya dalıyoruz, ama uyanır uyanmaz iki kişiyim. Birim
kalkıp aşağıya inmek, ateşi yakıp kahvaltı hazırlamak ve güne başlamak
istiyor.
Diğerim sıcak yorganların altında, başı yastıklara gömülü, uyku ile uyanıklık
arasındaki tahterevallide inip çıkmaya devam etmek.
Dışarıda rüzgâr esiyor, yalnızların kendilerini daha yalnız hissetmelerine
neden olan bir sesle.
Dün gece yarısına doğru havaalanından geldiğimde ev karanlık ve soğuktu.
Elektrikler yanmıyordu ve 30 saat kesik kalacaktı. Trafo patlamıştı, sonra
öğrendiğime göre.
Mutfakta el yordamıyla kibrit kutusunu buldum ve bir mum yaktım. Üst
kata çıkıp yatağımın başucundan el fenerini aldım. Mumları yaka yaka geri
mutfağa döndüm. Elektrik sık sık kesildiği için her tarafta şamdanlar var.
Eşyalarımı yerleştirdikten sonra mumları söndürdüm ve yattım. Yatak buz
gibiydi, ama vücudumun sıcaklığından ısınması uzun sürmedi. Soğuk
odalara ve yataklara çocukluğumdan alışkınım.
"Elektrik hâlâ gelmedi. Ev buz gibi. Kalkıp ne yapacaksın. Yat işte," diyor
diğeri, ama onu yatakta bırakıp kalkıyorum ve giyinip mutfağa iniyorum.
Ateşi yakıyorum. Çay yapıp ayaklarım şömineye uzalı, kahvaltı yapıyorum.
Birkaç saat ateşin önünde oturuyorum. Ayaklarım sıcak, sırtım soğuk.
Kalkıp yürüyüşe mi gitsem?
"Ben burada kalmak istiyorum" diyor diğeri. "Yağmuru görmüyor musun?
Islanıp zatürre olacağız."
Kalkıp şapkamı, yağmurluğumu, eldivenlerimi ve yürüyüş ayakkabılarımı
alıyorum. Esentepe'nin üst başında yürüyüşe gideceğim. "İlle yürüyeceksek
deniz kenarında yürüyelim," diyor diğeri.
Köyün dışına çıktıktan sonra arabamı park ediyorum, ormanı ikiye bölen
tenha asfalttan Alevkayası'na doğru yürümeye başlıyorum. Hava soğuk.
Ben Bir Hiçim
177
İçimdekilerden biri tepeye kadar yürümek istiyor, diğeri yarı yoldan dönmek.
"Serserinin biri arabanın lastiklerini patlatırsa ne yapacağız? Karnımız
acıkacak."
Tepeye varmadan geri dönüyorum. "Niyazi'de şiş kebap yiyelim" diyor biri.
Diğeri, "Eve gidelim, sakin sakin ateşin başında çorba içelim," diyor. "Çorba,
çorba, çorba gına geldi! Midemize doğru dürüst bir şey girsin bir defa da."
Yol bu tartışmalarla geçiyor. Kebapçı galip geliyor.
Duble yolda giderken tek şeride inmek, sonra tekrar duble yol olmak gibi bir
şey bu, insanın kafasında meydana gelen tartışmalarda ve münazaralarda
farklı şeyler söyleyen bu sesleri dinlemek. Sonunda birinin buyruğuna
uymak.
Bazen biri baskın çıkıyor, bazen diğeri. "Hangisi benim?" sorusuna bazen
insan cevap veremiyor. Belki de bunun için diğerini bilmek mümkün değil.
Ama işte gece oldu. Salondaki şömineyi yaktım. Rüzgâr kesildi. Elektrik
geldi. Ev ısınmaya başladı. Koltuğa uzanmış, bilmiyorum kaçıncı defa Mikis
Theodorakis'in ilk bestelerini dinliyorum. Kafamdaki sesler yatıştı, gürültülü
bir gösteri dağıldıktan sonra eski sessizliğine kavuşan bir meydan gibiyim.
Hoşnut ve mutlu.
HER ŞEY YERLİ YERİNDE
Bugünlerde bana kıyametten bahsedenler çoğaldı. Dün gece yemekte
arkadaşımın eşi birdenbire sordu. "Küresel ısınma gerçekten var mı? Ne
oluyor?
Yüzünde mutsuz ve endişeli bir ifade vardı. "Gerçekten dünyanın sonunu
mu göreceğiz? Beni çok korkutuyor."
Kocası, "İki haftadır ağlıyor," dedi daha sonra.
Dünyanın sonunu görmek için dünyaya gelmiş olduğumuzu düşünmek
gerçekten çok garip. Bu ayrıcalığa neden layık olmuş olabiliriz?
Mistik arkadaşım Nuriye Akman hiç endişelenmiyor.
"Her şey yerli yerinde hocam" diyor. Yüzünde büyük bir tebessüm. Ben hoca
değil öğrenciyim, hep öyle kalacağım demek istiyorum, ama susuyorum.
Devam ediyor. "Her şey olması gerektiği gibi. Kıyameti görmekten güzel ne
var? Ölüm ne ki? Şu odadan şu odaya geçiyorsun."
Oğlun için endişe etmiyor musun, diye sormak istiyorum, ama dilimi
tutuyorum.
Bu sabah koruda yokuşu tırmandıktan sonra oturuyorum. Hava güneşli ve
ılık. Tomurcuklar patlamaya başladı. Üstümde ince bir hırka var.
Ben Bir Hiçim