Ben bir Hicim by Metin Münir - HTML preview

PLEASE NOTE: This is an HTML preview only and some elements such as links or page numbers may be incorrect.
Download the book in PDF, ePub, Kindle for a complete version.

134

menzil daha çok uzak iken, acıyla kısa kesen bu esrarengiz hastalığı? İşleri

yenilenip hayatın devamını sağlamak olan hücrelerin işlevini ne değiştiriyor

ki yaşatıcı olmaktan çıkıp öldürücü oluyorlar? Genetik bir şey mi?

Doğarken bu hastalığın tohumları dokumuza serpiştirilmiş olarak mı

doğuyoruz? Organlarımızı tahrip etmeleri sadece bir zaman meselesi mi, evin

yanına dikilen incir ağacının duvarları çatlatması gibi?

Bazen tarifsiz acılardan ibaret olan çocuklukların ve ilk gençliklerin içinde

mi sertleşiyor, daha sonra yağmurda yumuşayan tohum gibi açılmak ve dal

budak salmak üzere?

Yoksa yüksek bir binanın damından ateş açan bir manyağın kurşunları gibi

rastgele mi?

Onu belki üç dört defa gördüm. Minyon bir kadın ve çok güzel. Çok güzel

giyinmiş. Giydiği her şey, kucağındaki çantası dâhil, sarı veya sarının

tonlarında. Hastalık güzelliğinden hiçbir şey çalmadı. Hasta olduğunu

bilmeseniz hasta olduğunu anlamanız çok zor. Pırıltısı azaldı ve gözlerinde

eskiden olmayan bir şey var ama çok dikkat etmeden farkına varamazsınız.

Dersin sonuna yaklaşıyoruz. Bir anne daha geliyor. O da otuzlarında.

Gülümseyince dişine taktırdığı pırlanta parlıyor. Ama cildinin cilası

pırlantadan daha parlak. Gazetemi alıp kalkıyorum ve yerimi ona

bırakıyorum.

Biraz sonra çocuklar ter içinde, gülümseyerek danslarını öğrendikleri

squash korttan dışarı çıkıyorlar. Sanıyorum hepsi de ne kadar sevildiklerinin

farkında.

Mutlu bir dünya kurmanın formülü çocukları çok sevmektir.

KANARYA

Son zamanlarda kâinatın sırrını öğrenmeye merak sarmıştı. Bu konuda

kitap alıp okumaya başladı. Bir gün yan yana yatarken "Hayatımızın hiçbir

anlamı yok," dedi.

"Hiçbir şeyin anlamı yok."

Bazı bilim adamları kâinatın kuantum bir rastlantı sonunda yoktan var

olduğunu savunuyor. Bunlara göre her şey, tesadüfî, rastgele, amaçsızdır.

İnsanın var olması, yaşama izin veren koşulların kâinatta tesadüfen var

olmasının sonucudur. Özel bir planın değil.

Herhalde kendini bu inanca kaptırmıştı.

Kâinatın canlıların içinde yaşayabilmesi için var olduğunu savunan bilim

adamları da var.

Ben Bir Hiçim

index-137_1.png

135

Hayata izin veren koşullar o kadar hassas ve karmaşık bir dengenin

sonucudur ki, bunlar tesadüfen meydana gelmiş olamaz.

Kâinatın nasıl var olduğunu belki bir gün öğrenebiliriz. Ama neden var

olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Kâinattan önce ne olduğunu

anlamamız da mümkün değil.

Bilim adamları bu duruma bir tek örneği bulunan, olağandışı, ünik

anlamında singularify diyorlar. O durumun şartlarının ne olduğunu hiçbir

zaman bilemeyeceğiz.

"Belki bir anlamı vardır ama biz anlayamıyoruz," dedim. "Biz anlamıyoruz

diye anlamı yok diyemeyiz."

"Diyebiliriz. Ben diyorum."

"Anlamaya belki zekâmız yeterli değil. Bilgimiz yok. Ama bundan, bir anlam

olmadığı anlamını çıkartamayız. Kanaryayı alalım. Kanaryanın kafese neden

kapatıldığını anlaması mümkün değil. Ama bizim için neden kafeste olduğu

muamma değil. Onun gibi bir şey. Belki biz kanaryayız, kâinat da bir

kafestir."

"Cik! Cik! Cik!"

Gözlerini tavana dikti. Bir süre konuşmadı. Dışarıda yağmur yağmaya

başladı. Damlaların kiremitlerdeki sesini duydum. Pencerenin açık olduğunu

rüzgârın perdeleri yelken gibi doldurmasından anladım. Omzuma bir

soğukluk vurdu.

"Duvarları boyatmalıyım" dedi, başını bana çevirmeden.

Uzandı ve üzeri kitap yığılı yatak kenarı masasının üzerindeki paketten bir

sigara alıp, sırtı bana dönük, yaktı. Burnuma acı duman kokusu geldi.

Yatakta sigara içmesinden nefret ediyordum ama bir şey söylemedim. Beni

dinlemeyeceğini biliyordum.

"Belki sabırsızız," dedim. "Yolun sonunu beklemiyoruz. Tepenin zirvesine

tırmanmadan ardında ne olduğunu görmek istiyoruz."

"Tepenin zirvesi var mı?"

"Var. Ölüm."

Konuşmadan sigarasını içmeye devam etti. Onu yatakta bırakıp giyindim ve

yağmura kulak asmadan koruda yürüyüşe gittim. Başkalarını güneş dışarı

çağırır, beni yağmur. Einstein rastgele kâinata inanmıyordu. "Tanrı zar

atmaz" demişti.

Ben Bir Hiçim

index-138_1.png

136

UYAN, SENİ ÖPMEK İSTİYORUM, BEN ÖLECEĞİM

Fabrikayı dolaşmayı bitirdikten sonra beni yemeğe götürdüler. Manikürlü

çimenlerin ve bakımlı ağaçların arasından geçip fabrikanın parayla yemek

yenen lokantasına gittik.

Yemeklerimizi

ısmarladık.

Yemeğe

başladık.

Yemekler

bir

fabrika

lokantasından beklenmeyecek kadar lezizdi.

"Sizi ağırlayacağız diye yemekler böyle sanmayın" dedi fabrika müdürü. "Her

zaman böyle." Yemeğe özen gösterdiğini, günde beş altı defa meyve yediğini

söyledi. "Sağlıklı ölmek istiyorum" dedi.

Güldüm. "Nasıl oluyor sağlıklı ölmek?"

"Rahat ölmek. Huzurlu."

Ve anlattı.

"Bir gece annem uyurken babam onu uyandırmış. Saat dört civarlarında.

'Uyan, seni öpmek istiyorum, ben öleceğim" demiş. "Annem, 'Delirdin sen.

Uyu,'" demiş, sırtını dönüp uyumaya devam etmiş."

Biraz sonra kocasının tarafında herhangi bir hareket hissetmeyince

doğrulup başını çevirmiş. Kocası sırtı yastığa dayalı, hareketsiz,

oturuyormuş.

"Seksen yaşında. Annem de ondan bir yaş küçüktü. 1996 Şubatında babam,

kasımında annem gitti. Televizyonun önünde oturuyordu. Başı yavaş yavaş

öne düştü.

"1939'da nişanlanmışlar. 1940'ta evlenmişler. Elli altı yıl aşk. Şimdi

Adana'da yan yana yatıyorlar."

"İkisi de öldükten sonra aşk mektuplarını bulduk" diye devam etti.

Ellerini masadan kaldırdı. Sağ elinin parmakları sola, sol elinin parmakları

sağa bakar şekilde birbirinin üstünde tuttu, mektup destesinin kalınlığının

bir karıştan fazla olduğunu tarif etti.

"Mektuplar yarıya kadar normaldi. Gerisi belden aşağı. O kadar belden aşağı

ki, bazılarını sonuna kadar okuyamadık. Kızımın elinden okumakta olduğu

mektubu kapmak zorunda kaldım."

Fabrika ziyaretimden bir ay sonra tatil için gittiğim Londra'da bir kitap

aldım. Adını Büyülü Düşünme Yılı olarak çevirebileceğim kitabı ünlü

Amerikalı yazar Joan Didion yazmıştı.

Kitapta Didion, kocasının ani ölümünü izleyen yas ve yoksun bırakılmışlık

yılındaki ruh halini anlatıyordu.

Kitabın bir yerinde şu cümlelere rastladım.

Ben Bir Hiçim

index-139_1.png

137

Ölüm ani veya bir kaza sonunda meydana gelmiş olsa bile, gelmeden

geleceğini haber verir. Ne doktorları, ne arkadaşları, ne aile fertleri. Bir tek

ölmekte olan kişi ne kadar zamanı kalmış olduğunu bilir.

O gün yemekten sonra arabayla İstanbul'a dönerken yol boyunca ölmeden

önce eşini öpüp elveda demek isteyen adamın öyküsü bana eşlik etti.

Aradan iki aya yakın zaman geçmesine rağmen sık sık aklıma geliyor ve öyle

sanıyorum ki hiç unutmayacağım, çünkü bundan daha güzel bir aşk

hikâyesi duymadım.

BİR DE KUŞA SORMALI

Ozanköy

Eğer ağacı budarken onunla konuştuğumu görüp beni salak sanıyorsanız

haberiniz olsun: ağaçlarla konuştuğum için beni salak sananlarla

konuşmaktansa ağaçlarla konuşmayı tercih ederim.

Serin ve bulutlu. Havada bahar kokusu var. Bahçe bir ot ve kır çiçeği

ummanı olmuş. Hardal çiçekleri neredeyse omzuma geliyor. Gelincikler

açmak üzere. Bademler çiçekler vermeye başladı. Sağımdan solumdan inşaat

sahalarından buldozer sesleri gelmese kendimi cennette sanabilirim.

Budadığım ağaç portakal.

"Sen de biliyorsun, ben de biliyorum ki, budama konusunda pek uzman

değilim" diyorum ona. "Budama mevsimini de biraz geçirdim. Tomurcuk

açmaya başladın. Ama biliyorsun, burada yoktum. İdare et. Dallarını

seyrelttiğim zaman kendini daha iyi hissedeceksin. Her tarafına güneş nüfuz

edecek. Yaprakların birbirine değmeyeceği için hastalıklar bir dalından

diğerine daha zor geçecek.

"Şeklini

de

top

gibi

yuvarlak

yapmam

lazım

ama

onu

galiba

beceremeyeceğim."

Sana cevap vermiyor ki, boşuna konuşuyorsun diyebilirsiniz.

Tanrı'ya konuştuğunuzda o da size cevap vermiyor. Neden konuşuyorsunuz?

Doğa durmadan konuşuyor oysa. Tanrı da öyle. Doğa Tanrı'nın lisanıdır. O

dili çok az insan anlıyor.

Öğleden sonra Lapta'da tepeden denize bakan evinde Hikmet'i görmeye

gittiğimde onu bahçede çalışır buldum. Asmaları buduyordu.

Her zamanki yaptığı gibi bahçede bir tur attık. Avokado ağacının altından

geçerken bana meyve topladı. Mandalinanın altından geçerken yerden iki

mandalina alıp birini bana verdi, diğerini kendi soymaya başladı.

"Rüzgârdan hepsi altına düşmüş."

Ben Bir Hiçim

index-140_1.png

138

Sonra yüzlerce siklamenin bulunduğu yere gittik.

"Bahçemde üç tane kızılgerdan kuşu var" dedi. "Bir tanesi evden çıktığımda

bana ötüyor. Bir tanesi bir metre kadar yanıma yaklaşıyor. Ona solucan

veriyorum. Biraz sonra gelir."

Az sonra üç metre kadar yakınımıza tombul gövdeli, sivri gagalı, göğsü kızıl

kiremit renkli bir kuş kondu. Hikmet, çömelip yerde bulduğu dal parçasıyla

toprağı eşeledi ve bir solucan çıkardı. Kaldırıp asmanın gövdesinde

oturmakta olan kuşa gösterdi. Kuş başını salladı.

Hikmet, kıvranmakta olan solucanı kuşun önüne attı. Solucan yere değer

değmez kuş uçtu ve onu gagalamaya başladı. Bitirinceye kadar onu

seyrettik.

O akşam, evde Hikmet'e üçüncü kızılgerdanın onun için ne yaptığını sormayı

unuttuğumu hatırladım.

Birinin aptal olduğunu vurgulamak istediğinizde "kuş beyinli" dersiniz.

Ama aç ve sefil kuş gördünüz mü? Zevk için başka kuşları öldüren kuş var

mı? Kaç fanatik veya kökten dinci kuş tanıyorsunuz? Soykırımcı kuş türleri

var mı?

"İnsan kolayını bulmuş; kuş beyinli deyip geçiyor" diyor yeşil dostum Süha

Umar. "Bir de kuşa sormalı. İnsan beyni ne kadar?"

HOŞ BİR ŞEY DÜŞÜN

"Hoş bir şey düşün" diyor doktor, dişimi çekmeye başlamadan önce.

Bir düğmeye basarak üstünde oturduğum koltuğu yatak haline getirdi.

Hatta ayaklarımdan, başımdan biraz daha yukarıda. Kendimi uzaya

gönderilmeyi bekleyen bir astronot gibi hissediyorum.

Uzaktan kumanda edilen, kaderini tayin etme yeteneği elinden alınmış.

"Biraz zaman alabilir" diyor doktor, elinde ucu sivri bir alet. "Kötü kırılmış."

Gözlerimi kapatıyorum.

Hoş bir şey düşün. Dişimin çekiliyor olmasından nefret ediyorum. Ekmek

yerken kırıldı. Ekmeğin içinde taş vardı. Diş çıt diye ikiye bölündü. Damağın

içindeki kısım damakta kaldı, dünyaya gösterdiğim kısmı vücudumdan

ayrıldı.

"Önce bir baskı hissedeceksin" diyor doktor.

Dişin çekilmesi bittiğinde dünyadaki fiziki varlığım, her kaç santimetrekare

ise, dişin hacmi kadar azalacak. Acaba hemşirenin elini tutabilir miyim?

Ben Bir Hiçim

index-141_1.png

139

Derin nefes alıp vermeye başlıyorum ve ağzımda olup bitmekte olanları

unutup düşünecek hoş bir şey aramaya başlıyorum. Sabahleyin yaprakları

yeni açılmaya başlayan incir ağacının altında çay içerken güneşe dönük

gelincikleri ve vızıldayarak içlerine girip çıkan tombul balarılarını

seyrediyordum. Bir çiçek denizinin içinde. Minik çağlalar, yeşil yenidünya,

çiçek açmış portakal ve mandalina ağaçları, servi ağacının altındaki yuvada

kış uykusu uyuyan kirpiler, aç ve akıllı kargalar ve saksağanlar, gökyüzü

ırgatı serçeler, ıslak toprak, buğulu otlar.

Dünya bu kadar güzelken insan nasıl bu kadar çirkin, gaddar, duyarsız,

aptal ve cahil olabiliyor?

Kör olduğu için.

Hoş bir şey düşün.

Bilgisayarımın kutusunda bir mektup.

"Görüşmeyeli çok zaman oldu! Tanıştığımızda ben reklâm müdiresiydim.

Amerika'dan daha yeni dönmüştüm ve sen o zamanlarda da etkili konuşan

zarif bir insandın. Başından geçen o önemli olayı biliyorum. Bazı olaylar

insanların yaşamına değer katarlar ve eminim ki sende de öyle olmuştur.

Milliyet’te çıkan yazılarının takipçisiyim, söylemek isterim ki beni çok

duygulandıran yazılar yazıyorsun. Bazen duygusal, bazen gerçekçi, bazen

cesur kalemini takdir ediyorum. İstersen beni ara, görüşmek isterim."

Ağzımda bir baskı hissediyorum ama uyuşturucudan dolayı hiç sızı

duymuyorum. Tarih Sezar'ın veya Kanuni Sultan Süleyman'ın dişleri

çekilirken ne yaptıklarını yazmıyor.

"Bitti" diyor doktor. Üstümdeki kerpetenin ucunda sivri bir kemik ucu var.

Ama daha bitmedi. Şimdi dişin çıktığı yere metal bir burgu monte edecek ve

ona diş benzeri bir şey takacak.

Evime dönerken rüzgârda dalgalanan buğday tarlalarının arasından

geçeceğim. Gökyüzü buğday yeşili de olabilirdi. Oralarda da inşaatlar başladı

ama hâlâ daha eski günlerdeki gibi.

Bazen, çok kısa anlar, her şeyi eskiden olduğu gibi hissedebiliyorum. Ölmüş

olanlar sağ. Yaşlılar çocuk.

Hatta hava bile eskisi gibi kokuyor. Dişlerin daha çekilmemiş olduğu,

kayıpların konteynerler gibi hayatımın limanına istiflenmediği eski günler.

Ben Bir Hiçim

index-142_1.png

140

ÜŞENİYORUM O HALDE VARIM

Bu gün ben ters istikamete gidiyorum, çocuklar.

Bugün Cuma. Ödeme ve tahsilât günü.

Bugün bensiz ödeyip tahsil edeceksiniz.

Boş yolda, aksi istikamete giderken sizi seyrediyorum. Çamurluk çamurluğa,

her santimetrenin avantajı için gaddar bir kararlılıkla mücadele vererek,

köprüye doğru tosbağalıyorsunuz. Yüzünüzdeki ifadeyi görmenizi isterdim.

Sipahi atalarınız Balkanlarda ve Orta Avrupa’nın yüksek yaylalarında

küffara karşı at koştururken bile bu kadar gaddar ve karalı görünmüyordu.

Güle güle. Yolunuz açık olsun. Bon voyage. Allah ödemenizi ve tahsilâtınızı

gönlünüze göre versin.

Ben üşeniyorum. Bugün işe gitmeyeceğim.

Şu iki varsayımı test etmek amacıyla ormana gidiyorum: (1) Yaratıcılık

işyerine olan mesafeye ters orantılıdır. Diğer bir deyimle, ofisten ne kadar

uzaksanız yaratıcılığınız derecede yüksektir. (2) Şehir yaraysa orman

merhemdir.

Ama önce “çıldırtan kalabalıklardan” uzaklaşmalıyım.

Beylerbeyi’ndeki kırmızı ışıkta duruyorum. Sol tarafıma bir araba yaklaşıyor.

Orada bir araç için yer yok, aslında. Yarısı benim diğer yarısı karşıdan

gelenin sahasında duruyor. Motorunu sabırsızlıkla homurdandırıyor.

Çarpmasın diye ona yol vereceğimi sanıyor. Oysa farkında değil ki altımdaki

emektar Audi çoktan rüştünü ispat etti. İsterse evlenebilir veya devlet

memuru olabilir. O ve ben çarpma veya çarpılma korkusunu çoktan attık.

Yeşil ışık yanınca direksiyonu hafifçe sola kırıp gaza basıyorum. Canhıraş

bir korna sesi. Sol kolumu pencereden çıkarıp orta parmağımı yukarı

kaldırıyorum. Bir korna sesi daha. Audi -- eskisi böyleyse yenisi nasıldır? --

akıl almaz bir hızla fırlayıp gidiyor.

Binaları kesip ağaç dikmeleri lazım ama ağaçları kesip bina yapıyorlar.

Ormana varmak her geçen yıl daha uzağa gitmek gerekiyor.

Neyse geçiyoruz binaları falan ve ağaçların başladığı yere geliyoruz. Bu defa

önümde bir kamyon. Egzozundan kara dumanlar çıkıyor. Sanki de süper

tanker eşşeoğlueşşek. Gaza basıp yanından geçerken hayali bir el

bombasının pimini dişlerimle çekip kamyonun ön camından içeri atıyorum.

Ormanın içerisinde dalar dalmaz yoga öğretmenimden öğrendiğim yöntemle

ciğerlerime hava dolduruyorum. Bitkilerin güneşle işbirliği içerisinde hava

moleküllerine yükledikleri kokuların tümünü içime çekiyorum. Ağaç olmak

sürekli bu havanın içinde ve dışında mı olmaktır?

“Her şey tamam da mobilya almıştım biliyorsun.” Ağaçların arasında

görmediğim bir kadının sesini duyuyorum. ”Bir üçlü oturma, bir ikili

oturma, bir de tek oturma koltuğu. Eve götürünce beğenmedim.” Kulağında

Ben Bir Hiçim

index-143_1.png

141

cep telefonu bir kadın beliriyor. ”Geri götürmek istiyorum. Seninki almam

demez mi?”

Bir el bombasıyla onun da işini görüyorum.

Sonra sessizlik.

Varsayımlarla ilgili testin sonucunu sonra rapor edeceğim.

GELİNCİKLERİN EFENDİSİ

Ozanköy

Sabahın erken bir saatinde bahçede çay içerek gelincikleri seyrediyorum.

Yüzleri güneşe dönük. İçlerine girip çıkan iri balarılarının kanatlarının

rüzgârlarında titreşiyorlar.

Kibrit çöpünden ince uzun sapıyla gelincik o kadar narindir ki, kesilir

kesilmez solar. Suya koysanız bile yaşamaz.

Her birinin sırayla açılan iki üç tomurcuğu var. Birinin yaprakları

dökülmeden diğeri açılmıyor.

Tomurcuklar yeşil bir kılıfın içinde duruyor. Çocukken, yırtıp kılıfının içinde

duran buruşuk yaprakları açmaya çalışır; beceremez, parmaklarımın

arasında ezerdim. Parmaklarım nemlenir, burnuma afyonumsu bir koku

gelirdi.

Neden gelincik çiçeklerini teker teker açıyor bilmiyorum. Oysa tombul

tomurcukların hepsi de eşit olgunlukta. Belki çiçeklerinin açık olduğu

mevsimi uzatmak, polenlerini toplayan arılara daha çok vakit vermek için.

Hangisini açacağını nasıl seçiyor? Ve neden bahçede binlerce çiçek varken

bu iri arılar sadece gelinciğe geliyor?

Gelinciklerin komşusu olan yapraksız incir, biber ağacı, keçiboynuzu,

jakaranda, yeni yaprak