Ben bir Hicim by Metin Münir - HTML preview

PLEASE NOTE: This is an HTML preview only and some elements such as links or page numbers may be incorrect.
Download the book in PDF, ePub, Kindle for a complete version.

Ben Bir Hiçim

index-191_1.png

189

ZARARSIZ

Ozanköy

Cahillik bir örtüdür. Ama ince bir örtü. Onu kaldırmak kolaydır. Biraz

merak, biraz ter, biraz gayret, biraz sevgi yeter.

Bu dersi bana bahçe verdi.

Burasını satın aldığımda doğayı çok seviyordum, ama bahçe işinden hiç

anlamıyordum.

Bir ağacın altına veya çok yakınına başka bir ağaç dikilmeyeceğini

bilmiyordum mesela. Ağaç her tarafından güneş görmek ve köklerini engelle

karşılaşmadan yaymak ister. Onun için çevresi boş olmalıdır.

Bu çam ağacını alalım. Onu servilere bu kadar yakın ekmemeliydim. Ama

ektim. Çam, servilere bakan ve güneş almayan veya az alan kısmında dal

çıkarmadı. Orasının gölgelik olduğunu hissetti, servilerden mümkün olduğu

kadar uzaklaşmak için ters yöne eğildi. Dik değil. Aynı gün boş alanlara

diktiğim çamlar büyüdü, o güdük kaldı.

Nazik olduğu için yanından geçerken "Cahil, hayatımı mahvettin!" demiyor,

ama içinden geçiriyordur.

Okuyarak, bahçe işinden anlayanlarla konuşarak yavaş yavaş cehaletimin

örtüsünü araladım.

Her ağacın diğerinden uzaklığını tayin eden, olgunlaştığında kaplayacağı

alandır. Fidanlar, cinslerine göre, en çok güneş ve yağmur alacak aralıklarla

dikilmelidir. Zeytin, mesela, toprağın cinsine göre 5-7 metre aralıklarla

dikilir.

Bahçemde çok salyangoz vardı. Salyangozlardan zehir kullanmadan

kurtulmanın çaresi bulundukları yerlere kâğıt bardak gömüp içine bira

doldurmaktır. Bulundukları yeri arkalarında bıraktıkları gümüşi izlerden

anlayabilirsiniz. Salyangozlar birayı çok sever. İçeyim diye içine düşerler ve

boğulurlar.

Ama bahçemde salyangozlar o kadar çoğaldılar ki, böcek ilacından nefret

etmeme rağmen tarım ilaçları satan bir dükkândan salyangoz zehri aldım ve

kibrit ucu büyüklüğündeki pembe zehirleri salyangoz sahalarına serptim. Ta

ki bahçemde yabani yaratıkları için yaptığım küçük barınakta kış uykusu

uyuyan kirpiyi keşfedinceye kadar.

Uyandığında kirpiye nasıl davranacağımı, ona ne yedirebileceğimi öğrenmek

için internete girdim. Kirpilerin salyangoza bayıldığını öğrendim. Belki kirpi,

bol salyangoz olduğu için bahçeme gelmişti. Belki bir sürü kirpiyi de zehirli

salyangoz yedirerek öldürmüştüm, cahilliğimle.

Bahçede her zaman doğum ve ölüm vardır. Dallar kurur, ağaçlar ölür.

Genellikle bahçıvanlar bunları kesip yakar. Oysa en iyi yöntem kuruyan

dalları kesip bir yerde istiflemek, ağacı yerinde bırakmaktır. Bunlar böcekler,

kurtlar, karıncalar ve diğer küçük yaratıklar için çok iyi birer barınaktır.

Ben Bir Hiçim

index-192_1.png

190

Varlıkları bahçeyi zenginleştirir. Onları yemek için daha çok kuş gelir,

örneğin.

Cahilliğimin üzerindeki örtü kalktıkça doğaya verdiğim zarar azaldı.

Sanıyorum bu kural sadece doğaya has değildir. İnsanın cahilliği azaldıkça...

Cahilliği burada bilinmesi mümkün olan bir şeyi bilmemek anlamında

kullanıyorum... Başka insanlara ve dünyaya verdiği zarar da azalır.

En önce kendine verdiği zarardan başlayarak.

DÜNYAYA GELDİKTEN SONRA ARTIK...

Dünyaya geldikten sonra artık hayat sizindir. Onunla istediğinizi

yapabilirsiniz.

Ama Tanrı'nın verdiği hayatla istediğini yapan veya yapabilen kaç insan var?

Belki hiç yok.

İnsan hür doğar, ama her yerde zincirler içindedir. Doğar doğmaz bağlanır

bir ülkeye, aileye, eve, mahalleye, arkadaşlarına, suçluluk duygularına,

ondan beklenenlere ve onun kendinden beklediklerine. Hayallere, ümitlere,

aşklara, yarının bugünden daha güzel olacağına ve daha birçok şeye.

İnsan sanki borçlu doğar. Eğer uyanmazsa bu borç -bağımlılıkların yarattığı

bu kredi kartı borcu- öde öde bitirmeyecek.

İnsanda zincirden bol şey yoktur. Hayatın denizine atılan mutsuzluk

çıpalarının çoğu bu zincirlere bağlıdır.

İnsan biraz düşünürse, aslında, kendi kendini bağladığını keşfeder. Bağlar

dışarıda değil, aklının içindedir. Düğümler atıldığı gibi çözülebilir. Bir

düşüncenin gelişi ve gidişi kadar büyük bir süratle.

Hayatımız ödünç değildir. Bitinceye kadar kullanmak üzere kendi

malımızdır. Basit bir gerçek.

Sinema salonlarında kapıların üzerinde kırmızı harflerle "çıkış" yazar. Film

hoşunuza gitmezse her an kalkıp çıkabilirsiniz.

Hayat da bir tür sinemadır.

Antik çağlarda, Yunan ve Roma'da ölüm bir çıkış addediliyordu. İnsanların

hayat dayanılamayacak kadar çekilmez olduğunda ona son vermeleri şimdi

olduğu gibi yasak veya günah değildi.

Roma'da asiller ölüme mahkûm edildiklerinde, imparatorun emrini

hayatlarını kendileri alarak yerine getiriyorlardı.

Hayatımdan bezdiğimde normalleşmek için bir yöntem bulmuştum."Dır dır

etme. O kadar şikâyetçiysen çık," diyordum kendi kendime. Ve aklım başıma

Ben Bir Hiçim

index-193_1.png

191

geliyordu. Beterin beterinin beterinden uzak olduğum, yaşamaya devam

etmek için birçok neden olduğu aklıma geliyordu.

Geçen gün telefonda bir tanıdığımla konuşuyordum. Altmışını geçen ve

yalnız yaşayan bir arkadaşının kendine bakamayacak kadar uzun

yaşamaktan korktuğunu anlattı.

"Her şeyini bir vakfa bağışladı. Yaşlılığında ona bakacaklar." Biraz sustu.

"Ben de aynı şeyi yapmayı düşünüyorum, vallahi."

Snowmobillerden ve cep telefonlarından önceki çağlarda Kuzey Kutbu'nda

yaşayan Innuit Eskimolarından olsaydı, bunu kafasına takmazdı. Yük

olmaya başladığında ailesi kızaklarına binip av peşinde gitmeye devam

etmeden onu arkada bırakacaklardı. Karda donup ölecek veya kurda kuşa

yem olacaktı. Bütün hayatını bunun böyle olacağını bilerek yaşadığı, bu

gerçeği kabul ettiği için onu geride bırakanlara ve hayata dargın ölmeyecekti.

Hayatını yaşlılıktan korkarak yaşamamış olacaktı.

En karanlık zindandaki en kalın zincir korku ve endişedir.

Yaşam düşüncelerle kontrol edilebilecek bir enerjidir. Bu öğrenilebilir.

Benim yaptığım gibi, her gün "Ben korkusuzum, safım, sevgi doluyum,

bencil değilim" diyerek öğrenmeye başlanabilir.

BİR GÜN YALANCIDOLMA

Bir gün yalancıdolma yapmasını öğrenmeliyim. Annem öldükten sonra ne

yalancıdolma ne de sevdiğim diğer yemekleri yapacak kimsem kalmadı.

Ona öğle yemeğine gittiğimde sofrada muhakkak sevdiğim yemekleri

bulurdum. Bulgur pilavı ile bumbar, enginar dolması, molohiya, etli taze

fasulye ve kereviz, maydanoz, golyandro (kişniş otu) ve taze soğanlı yeşil

salata.

Ve yanında, her zaman, en çok sevdiğim yemek olan yalancıdolma.

Artık ara sıra arkadaşlarımın evinde yiyorum bu yemekleri. En çok paça

kafalı, şalvar ağızlı Erol'da veya Erdil'de. Her ikisinin eşi de harika yemek

yapar. Ama ne kadar yakının olursa olsun hiçbir arkadaşının evinde her gün

yemek yiyemezsin. Hiçbir arkadaşının karısı annen değil.

Öğrenip ben yapacağım. Başka çaresi yok. Yalancıdolma yapılan bir gün

gidip öğreneceğim.

Kıbrıslıların yalancı dediği zeytinyağlı dolma Türkiye'de yapılanından daha

basittir. İçinde sadece pirinç, nane, soğan ve biraz domates var. Bol, ama

çok bol limon. Baharat, üzüm, çamfıstığı falan konmuyor. Yanılmıyorsam

sadece asma yaprağıyla yapılıyor. Mevsiminde kabakçiçeğinin içi de

dolduruluyor.

Ben Bir Hiçim

index-194_1.png

192

Ahh. Bunları yazarken bile ağzım sulanıyor.

Annem turunç, ceviz ve kayısı macunu da yapardı. Bunlar misafirler içindi.

Yapılmaları uzun ve zahmetliydi. Özellikle taze cevizden yapılanı. Acılığını

almak için ceviz günlerce suda kalır, katran gibi olan su sık sık değiştirilirdi.

Turunç da kireçli suda tutulurdu bir süre yanlış hatırlamıyorsam. Yoksa

kayısı mıydı?

Çocukluğumda bu inanılmaz lezzetli tatlılara karşı büyük bir zaafım vardı.

Bunu bildiği için annem macun kavanozlarını evin değişik değişik yerlerine

saklardı. Ama o kadar açgözlüydüm ki, nereye gizlerse gizlesin macunları

buluyordum. Onun evde olmadığı zamanlarda titiz bir hafiyelikle kavanozları

teker teker tespit eder ve macunları birer ikişer çalıp yerdim. Annem

misafirler geldiğinde macun seviyesinin düştüğünü görür, misafirleri

gittiğinde beni terliğiyle döverdi. Ama uslanmazdım.

Sonunda çareyi kavanozları komşunun evinde saklamakta buldu.

Sonra babam öldü, bizler teker teker evi terk ettik, o da macun yapmaktan

vazgeçti.

Erol'un rahmetli teyzesi inanılmaz bir hurma macunu yapardı. Kırmızı

hurmadan. Hurmanın içinde kabuğu soyulmuş badem bulunurdu. Hurma

mevsiminde teyzesi, Erol'a bir kavanoz hurma macunu verdiğinde ben de

faydalanırdım. Uzun uzun yalvardıktan sonra ara sıra bir tane yedirirdi.

İyice dilencileşirsem bazen ikincisini de verirdi, ama üçüncüsünü yediğimi

hiç hatırlamıyorum.

Ne Erol'un teyzesi kaldı ne Hisar'daki o kerpiç ev ne de, Allah bilir, hurma

ağacı. Artık, hurmadan macunu yapan var mı veya başka meyvelerden? Hiç

sanmıyorum. Gül yapraklarından yapılan pembe, buz parçacıklı güllü

dondurma ne oldu? Sulu muhallebi? Saray Önü'nde neden sıcak gunna

(yerfıstığı) satılmıyor?

Bazen macun yapmayı öğrenmeyi de düşünüyorum. Ama kimden?

Ben Bir Hiçim

index-195_1.png

193

DUHULİYE

Ozanköy

Güneşin batışına yakın denizde sırtüstü yüzüyorum. Koyun ucunda, sulara

uzanan tepeciğin arkasında, güneş denize iniyor. Ters yöne yüzünce

yükselmekte olan ayı görüyorum. Beyaz bir karpuz dilimi gibi maviliğin

üzerinde duruyor.

Her gün bu koya gelip yarım saat yüzüyorum. Günümün en hoş zamanı.

Denizi seviyorum. Kara gibi sert değil. Yumuşak, hoş geldinli, içine alıcı.

Kendini bırakıp üstünde saatlerce salınabilirsin. Hiçbir şey yapman

gerekmez. Su seni tutar ve kendi hareketiyle hareket ettirir. Bazen açığa

çeker,

bazen

karaya.

Kıpırtısız

suya

kendini

bıraktığında

sanki

yerçekiminden kurtulur, hafifler, karadaki ağırlığını terk edersin.

Bu saatlerde, her gün olduğu gibi, çobansız, serbest dolaşan keçi sürüsü,

tepeden iniyor ve sahildeki düzlükte otlamaya başlıyor. Suyun sesi olmasa

çıngıraklarını duyabilirim. Onların olduğu yerde güneşin neredeyse

alazlayarak kuruttuğu otların kokusu var. Ben burada denizin kokusunu

duyuyorum.

Tam istediğim gibi. Keçilerden, üzerlerine konup kalkan kargalardan ve

benden başka kimse yok.

Burada insan kendini yaradılışla uyumlu ve mutlu hissedebilir, ama ben

edemiyorum.

Denizin yer yer yüzeyinde dalgaların yaratmadığı köpükler var. İnsanlar her

yıl denize 450 milyar metreküp çöp, endüstriyel ve tarımsal atık boca ediyor.

Bu köpükler sahildeki otellerin lağımlarından boşalan sulardaki sabun ve

deterjan artıkları olmalı.

Deniz gözlüğümün camından suda yüzen küçük plastik parçaları

görüyorum.

Çakıllı koy, doğayla kavga halindeki tek hayvanın ardında bıraktığı plastik

pisliklerle dolu.

Deniz kirliliği, iklim değişikliğine yol açan hava kirliliğinden daha ileri

boyutlara ulaştı.

Okyanusların

belli

bölgelerinde,

uzaydan

görülebilen

on

binlerce

kilometrekarelik yüzen çöplükler var.

Plastik denizleri zehirliyor.

Plastik keşfedilmeden önce denize atılan şeyler, mikroorganizmalar

tarafından parçacıklarına ayrılır, doğaya geri dönerdi. Yapay bir madde olan

plastiği parçalayıp ortadan kaldıracak organizma yok. O toz haline gelinceye

kadar ufalır ve yüzyıllarca zehirli, düşman ve çirkin bir pislik olarak doğada

kalır.

Ben Bir Hiçim

index-196_1.png

194

Ekvator'dan kutuplara her denizde, her denizin her yerinde irili ufaklı plastik

var. Bunların bazıları -sayıları trilyonlara ölçülüyor- gözle görülmeyecek

kadar ufaktır. 20 mikronluk, yani insan saçının çapından küçük, plastik

parçacıkları var. Bazı yerlerde balıkların ana gıdası olan planktondan çok

bunlardan var.

Balıklar plastik parçalarını yem sanıp yiyorlar. Plastiğin mikrop tutma

özelliği var. Plastik "gıdalar" balıkları zehirliyor, genetik yapısını değiştiriyor,

üremelerini zorlaştırıyor. Bazılarını öldürüyor.

Suda salınırken düşünüyorum: Irzına geçilen, talan edilen, dengeleri

bozulan, iç uyumu altüst edilen bu dünyada insan nasıl uyum bulabilir?

Nasıl huzur, nasıl mutluluk, nasıl denge?

Rum tarafındaki bir süpermarketten jumbo çöp torbaları satın aldım. Her

gün

yüzmeye

başlamadan

önce

bir

torbayı

sahildeki

pisliklerle

dolduruyorum. Siz bu yazıyı okuduğunuzda beşinci gün olacak.

Bütün koyu ve vadiyi temizleyinceye kadar devam edeceğim. Bu benim

duhuliyem, içine girmeme izin verdiği için denize ödediğim karşılık olacak.

Denize, saatte, yarısı plastik olmak üzere, 675.000 kilo çöp atıldığını*, benim

yaptığım işin çok önemsiz olduğunu biliyorum. Ama bana iyi geliyor.

Size de tavsiye ederim. Kendinizi çok iyi hissedeceksiniz.

KUANTUM EVLİYA

Ozanköy

Hava çok sıcak ve rutubetliydi, ama gene de evin klimalı serinliğini bırakıp

Rum tarafındaki süpermarkete alışverişe gitmeye karar verdim.

Alışverişe pek ihtiyacım yoktu aslında, ama canım sıkılıyordu. Evden çıkıp

birkaç saat insan arasına karışmak değişiklik olacaktı.

Kapıyı açar açmaz ağustosböceklerinin yükselen sesiyle birlikte sıcak

yüzüme çarptı. Ağaçların altındaki gölgeler bile sıcaktan bayılmış gibiydiler.

Yol beni Mehmet'in dükkânının önünden geçirdi. Saat 11.00'e geliyor

olmasına rağmen dükkân kapalı, demir bahçe kapısı sürgülüydü. Bu saatte,

Mehmet'in, taş binanın loşluğunda, elinde ılık bitki çayı fincanı, vantilatörün

önünde oturuyor olması gerekirdi. Acaba bir müşterisinin evine mal teslim

etmeye mi gitmişti? Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Mehmet kalp

hastasıydı ve baypas olmuştu. Gerçi hâlâ ayaklarının altında yay varmış gibi

yürüyordu ve cin gibiydi, ama yaşı altmışı geçeli çok olmuştu.

Yol boyunca dükkânın kapalı olması aklıma takıldı.

Ben Bir Hiçim

index-197_1.png

195

Tanıdıklarımız öldüklerinde -desteden kaybolan oyun kâğıtları gibi-

hayatımız yoksullaşır. Gariptir. Onları sevsek de, sevmesek de.

Rum tarafına geçince telefonum kapsama alanının dışında kaldı. Alışverişimi

yaptım, torbaları arabanın arkasına yerleştirdim, arabanın burnunu Türk

tarafına çevirdim.

"Eğer dönüşte de dükkân kapalıysa ona telefon edeceğim" diye düşündüm.

Sıkıcı trafik yavaşlatıcılardan, sönmek bilmeyen kırmızı ışıklardan, trafiğin

hızını kesen radarlardan geçerek dağa tırmandım ve sahile inmeye başladım.

Girne'nin girişindeki kavşağa yaklaşınca yanımdaki koltuğun üzerinde

duran telefonum çaldı. Ekranda Mehmet'in telefon numarasını gördüm.

Konuşmayı başlatmak için yeşil düğmeye bastım.

"Sen beni aradın mı?" diye sordu.

Az daha "Hem evet hem hayır" diyecektim.

"Hayır" dedim.

"O zaman kusura bakma" dedi ve telefonu kapattı.

Kavşaktan sağa döndüm ve Mehmet'in dükkânının önünden geçip evime

giden yola saptım. Farkında olmadan telefonun bir düğmesine dokunup onu

aramış olabilir miydim? Arabayı kenara çektim. Telefonun arayan ve aranan

numaraları kaydeden bölümüne girdim. Aramamıştım. Listesinde Mehmet'in

ismini taşıyan tek kaydın önünde telefonun içine yönelik bir ok vardı.

Arabayı

evimin

önündeki

badem

ağacının

gölgesine

park

ettim.

Ağustosböcekleri sıcağa aldırmadan seks çağrılarına devam ediyorlardı.

Torbaları mutfağa taşıdım, teker teker boşaltıp aldıklarımı yerlerine

yerleştirdim. Buzdolabından soğuk bir şişe soda açıp klimanın serinliğinde

koltuğa çöktüm.

Ona telefon etmemiştim. Onu merak ederken ve sağlığı hakkında endişe

duyarken beni aramış olması bir tesadüf müydü? Düşünce, bir elektrik

akımıdır. Mehmet'le ilgili olanı, her nasılsa, onu uyarmış, farkında olmadan

bana telefon etmesini mi sağlamıştı?

Düşüncelerin gücü olduğuna inanıyor musunuz? Ben inanıyorum. Kuantum

fizik de inanıyor. Bir teoriye göre, şeylerin ne yapıp yapmayacağı onları

izleyip izlemediğinize göre değişir. Bir şeyi gözleyerek o şeyin ne yapacağını

etkileyebiliriz.

Hayal bile edemeyeceğimiz kadar garip bir evrende yaşıyoruz aslında. Garip

ve muhteşem.

Ben Bir Hiçim

index-198_1.png

196

METİN MÜNİR'İN İFLASI

Çocukluğumda, tatillerde, bazen dedemle dayımın birlikte çalıştırdığı

lokantada garsonluk yapardım.

Dükkân Lefkoşa'nın o zamanki alışveriş merkezindeydi. Selimiye Camii,

bandabuliya (hal), bedesten, sırıtan sessiz develeriyle Deveciler Hanı,

körükleri har har eden kara demirciler, arşınla kumaş ölçen kumaşçılar, saz

büken sandalyeciler, manifaturacılar, yorgancılar, bakkallar, şekerciler,

dülgerler, dilenciler falan hep buradaydı.

Alışverişi lokantanın aşçısı olan dedem yapardı. Garsonluk dönemlerinde

peşine takılırdım. Arkamızdan, elinde köfün (kamıştan yapılmış küfe) satın

alacaklarını taşıyacak olan bir garson gelirdi.

Dedem, huysuz, hiddetli, çok az konuşan bir insandı. Bana konuştuğunu

hiç hatırlamıyorum.

Alacaklarını işaret eder, kaç okka (1283 gramlık eski bir Osmanlı ağırlık

ölçüsü) istediğini söyler, önlüğünün cebinden çıkardığı paralarla öder,

arkasına bakmadan yoluna devam ederdi. Her şeyin en iyisini, en pahalısını

alırdı. Manav, alınanları garsonun köfününe yerleştirirdi.

Bandabuliyanın kapısında köfününden tavşanlar için dirifil satan bir adam

dikkatimi çekti.

Dirifilin ne olduğunu sormayın. Ne olduğunu bilmiyorum. Artık satılmıyor,

çünkü hiç kimse evinde tavşan besleyip yemiyor. Demet halinde satılan,

maydanoza benzeyen, ama daha uzun, yeşil bir ottu dirifil veya trifil.

Dedemle bandabuliyadan çıktığımızda adam malını tüketmiş ve gitmiş

olurdu.

On-on bir yaşlarındaydım. Dirifil satmaya karar verdim. Bir ayda annemden

aldığım cep harçlığının beş altı mislini, belki daha fazlasını, bir günde