Ben bir Hicim by Metin Münir - HTML preview

PLEASE NOTE: This is an HTML preview only and some elements such as links or page numbers may be incorrect.
Download the book in PDF, ePub, Kindle for a complete version.

Rütbeliyle arkadaşlığımız o kadar eski ki, yumurtadan tanışıyoruz

diyebilirim. Liseden sonra fikri uçan dairelere sabitlendi. Uçan dairelerle ilgili

yayınları izlemeye başladı. Gökleri taramak için teleskop satın aldı. Para

denkleştirdiğinde uluslararası uçan daire kongrelerine katıldı.

Yüzüne baktım. Aynen sıfırlanmadan önceki haline benziyordu. Alnında ve

kaşlarının arasında derin çizgiler vardı, kurumuş bir göl zeminindeki

çatlaklar gibi derin. Saçları beyazdı. Yanakları yüzünde durmaktan sıkılmış

gibi omuzlarına doğru ilerlemeye başlamışlardı, aşağıda belki daha ilginç

şeyler buluruz düşüncesiyle belki.

"Sıfırlandığın belli oluyor" dedim.

Ben Bir Hiçim

index-210_1.png

208

Keh, keh, keh güldü. Ne ciddiydi, ne şaka yapıyordu. Bazen öyle haller

vardır.

Gözleri her zamanki gibi muzip ve gülücüklüydü. Yaşam boyu karşılaşmış

olduğu talihsizlikler, sorunlar falan neşesini eksiltmemişti. "Allahtan hiçbir

şeyi dert etmiyorum" demişti bana bir gün.

Hep doya doya yaşamış olduğunu söylerdi. Birçoklarının emekli olduğu yaşa

düzenli hiçbir iş yapmadan varmıştı. Kendi dâhil hiç kimsenin bilmediği bir

nedenle askerlikten muaf tutulmuştu. Hiç çalışmadığı bir işten emekli maaşı

alıyor, onunla geçiniyordu.

Sabahları saat üçe doğru yatar, her gün öğleden sonra birkaç saat uyurdu.

Basılmamış ve basılmayacak bir sürü romanı, yazılı olmadığı için hiçbir

orkestranın çalmadığı ve çalmayacağı eserleri vardı.

Birçok insan yıllar geçtikçe değişik şekillerde değişir. Rütbeli çok az

değişmişti. Çok az insanın becerebildiği bir şeyi yapıp çocuk kalmıştı.

Rastlayabileceğiniz en temiz insandı. Sanki bütün pisliklerden sıfırlanıp öyle

doğmuştu. Hayatında hiç kimseye kötülük yapmamış, hiç kimse hakkında

kötü konuşmamış, hiç kimseyle ilgili kötü bir şey düşünmemişti. Hiç kimseyi

kıskanmamıştı. Tanıyan herkes onu seviyordu. Başkalarının karısına kızına

sulanmamıştı diyemeyeceğim ama hiç kimsenin malında gözü yoktu.

"Uçan dairelere söyle" dedim, "Gelecek defa geldiklerinde beni de kaçırıp

sıfırlandırsınlar."

Bu defa keh, keh, keh diye ikimiz de güldük.

KEDİLİ EVDE KADINLARLA

Odaya girdiğimde kadınları üzerinde duman tüten izmarit yüklü küllükler

arasında yerde oturur buldum.

Arkalarını ipek yastıklara dayamışlar, çoraplı ayaklarını uzatmışlardı.

Blucinli, makyajsız, rahattılar.

Halının üzerinde devam etmekte olan bir öğleden sonra çayı vardı: Yaş ve

kuru pasta tabakları, içinde beş altı siyah ve beyaz çikolata küresi kalmış

yeşil karton bir kutu. Ahşap tepsinin ortasında, soğumasını geciktirmek için

küçük bir yorgan giydirilmiş bir çaydanlık. Fincanlar, kaşıklar ve eski bir

şekerlik.

"Bana da çay var mı?" diye sordum, konuşmalarının içine girerek.

"Biraz sonra hazır olacak," dediler.

Yere oturup arkamı duvara dayadım. Ev ile soğuk kış günü arasında duran

pencerenin kenarlarından sızan soğuk hava buzlu parmaklarını ensemden

aşağıya daldırdı.

Ben Bir Hiçim

index-211_1.png

209

Birçok kadının arasında tek erkek olmanın hoş bir tarafı var. Çocukken

hamama götürülmek ve bakır tasları mermere çarpıp kubbede çınlarken

ıslak kadın vücutlarına bakmaktan kalma bir anının sıcaklığı belki.

Kadınlarda, erkeklerde olmayan bir birlikte olma ve paylaşma rahatlığı var.

Dört beş erkek, bir arada, bu kadınların olduğu kadar çocuklarla çevrili,

kedili, kekli rahat olamaz.

Beni ilgilendirmeyen şeyler konuşuluyor.

Sırtında İskoç yeşili kadife bir elbise, altı yedi yaşlarında bir kız çocuğu içeri

girdi. Kadınların bir üst katta video seyreden çocuklarından biri. Arkasını

bize dönüp oturdu, sırtını radyatöre dayayarak elindeki kitabın sayfalarını

karıştırmaya başladı.

Kadınların birinin aklından şunlar geçti:

"Odalar ne kadar çok değişik şeyi içlerine alabiliyor! Ben karşında değil,

yanındaydım. Yastıklar duvara dayalı değildi. Yatak gibi yere sermiştim

onları ve biz mavi yorganın altında seninle beraberdik. Gündüz değil, gece

idi.

“Gene mumları yakmıştım. Sevişirken kedi yavrusu üzerinde dolaşıyordu.

Sana 'kediler gördüklerini anlatabilseler halimiz ne olurdu?' diye

sormuştum. Şimdi oda o an yerine bu anı ihtiva ediyor."

Kadınlardan biri fincanlara çay doldurmaya başladı. Şekerlik ve sütlük elden

ele geçiyor. Kaşığın fincan içerisinde dolaşmasının çıkardığı sesler

duyuluyor. Parmaklar pastalara uzanıyor.

Biri çakmakla mumları yakıp bakır tepsinin üzerine dizmeye başlıyor. Kayık

biçimindeki mumların her birinin içerisinde üç alev yükseliyor.

"Mumlar çok güzel. Nereden aldın?" diye soruyorum.

"Paşabahçe'den."

Parmaklarını yakmamaya itina göstererek -çünkü çakmağı yan tutunca alev

insanın elini yakabilir- mumları yakmaya devam ediyor. "Ama kaliteli

değiller. Hemen eriyiveriyorlar. Türkiye'de iyi mum bulmak mümkün değil."

Kucaktan kucağa okşanma seferine çıkan yavru Van kedisi bana gelince

duruyor. Başını boynuma dayayıp sıcak vücudunu aşağıya kalbimin olduğu

yere doğru sarkıtıp gözlerini kapatıyor.

"Eğer kediler gördüklerini anlatsalardı onları evlerimizde tutmazdık"

demiştim ona.

Ben Bir Hiçim

index-212_1.png

210

HELEN HANIM'IN KUYUSU

Ozanköy

Bahçıvan hortumla ağaçları suluyor. Ocak ayında. Görülmüş şey değil. "Bu

sene hiç yağmur yok" dedi yanına yaklaşınca. "Geçen sene gene biraz vardı."

Yere diz çöküp parmaklarıyla toprağın derisini kaldırdı ve çiyin ıslattığı

zeminin altındaki kuru toprağı gösterdi. Başıyla bahçenin yola bakan

tarafını işaret etti. "O tarafta otlar sararmaya başladı."

Temiz havayı içime çekip başımı yukarı kaldırıyorum. Serinliğin koyu bir

mavilik verdiği gökte güneşe kafa tutacak tek bulut yok.

"Çiçekler açtı. Bu mevsimde çiçek açtığını hiç görmedim."

Adaya geldiğimden beri yağmur yağmadı. Yürüyüşe şapkayla çıkıyorum,

güneşi gözlerimden uzak tutmak için.

Ya hiç yağmur yağmazsa?

"Helen Hanım'ın bahçesinde Rumlardan kalan bir kuyu var" diyor bahçıvan.

"Yirmi dört saat gürül gürül su çekiyorduk. Şimdi bir saat zor."

Helen Hanım. Helen Hanım kim?

Dün Alevkayası ile Esentepe arasındaki orman yolunda yürürken dört beş

sene öncesinden pınarıyla hatırladığım, kesif bitki kokulu bir yere geldim.

Orada, yolun kenarından yükselen çamlı sarp kayadan sular sızar, yolun

kenarında birikintiler meydana getirirdi. Yağmur yağınca, su birikintileri

taşıp yamaçtan aşağı akardı. Kayanın üzeri ıslak yeşil/sarı yosun ve

likenlerle kaplıydı. Kaya kemik gibi kurumuş, yosunlar dökülmüştü.

Ya hiç yağmur yağmazsa? Ne bu yıl, ne gelecek yıl, ne de ondan sonraki

yıllar...

Yaprakların üzerinde gittikçe kalınlaşan toz tabakaları, kuruyan ağaçlar,

etten dışarı çıkan kırık kemiğe benzeyen kurumuş dallar. Aman vermeyen

bir kuraklık ve kıtlık.

"İnananlar azaldı" diyor bahçıvan.

Onun için açıklama basit. İnananlar artarsa yağmur artar, azalırsa azalır.

İnsanların üzerinden gözlerini ayırmayan, ceza ve mükâfat dağıtan, her

yerde hazır ve nazır bir güç var.

Herkes inansa, gece gündüz alınlar secdede olsa, endüstri ihtilalinden bu

yana gökyüzüne salınan ve dünyanın iklimini değiştirmeye başlayan

karbondioksit azalmaya başlar mı?

"Tanrı da kendi koyduğu kurallara itaat etmek zorundadır," demişti Einstein.

Kâinatta hiçbir şey ışıktan hızlı gidemezse Tanrı da gidemez, demek

istiyordu.

Ben Bir Hiçim

index-213_1.png

211

Yerçekiminin kuralları inananlar için de, inanmayanlar için de aynıdır. Bir

uçurumdan aynı anda atlasalar, sofu da, Allahsız da saniyede 9,8 metre

ivme kazanarak yere düşecek.

İnananların karbondioksiti ile inanmayanların karbondioksiti arasında

hiçbir fark yok.

Tanrı kendi koyduğu kuralları duayla değiştirir mi?

Kimin açıklamasının doğru, kiminki yanlış, kim bilebilir?

İnanmak hayatı basitleştiriyor, sorgulamak zorlaştırıyor.

Bahçenin bütün dönümleri taze, capcanlı, serin bir yeşillik kaplı.

Yapraklarını ayırınca siklamen çiçeklerinin tomurcuklarını görüyorum.

Yenidünya çiçek açtı. Ama her şey büyümeden sararabilir, mart aylarının

beni alıştırdığı o yeşil, çiçek, arı ve kuş sesi patlamasına bu yıl şahit

olamayabilirim.

Bahçıvanı sulamasına bırakıp yumuşak çimenleri tabanlarımda hissede

hissede portakal ağacına doğru yürüyorum. Bir portakal kesip tırnaklarımı

etine geçiriyorum ve kabukları soymaya başlıyorum. Parmaklarımın ucu

sararıp yapış yapış oluyor, burnuma narenciye yağının kokusu geliyor.

Meyveyi ikiye bölüyorum ve bir dilim ayırıp ağzıma sokuyorum. Portakalın

suyu dişlerimden ve dilimden dilimi çevreleyen kanala akıyor. Hazla

çiğniyorum.

İyi ki değiştiremeyeceklerimi kabul etmeyi bana öğrettiler.

"Helen Hanım'a söyle" diyorum bahçıvana, "Kafasını bozmasın. Her şey

olacağına varır."

HAYALET YILDIZLARIN IŞIĞINDA

Ozanköy

Her gün sabahleyin uyanmak tekrarlanan bir mucizedir. Fark etmeden

içinde yaşadığımız mucizelerin belki en az farkına varılmış veya en fazla yok

sayılmış olanı.

Uyku her gece insanı tutsak alır ve gözleri bağlı bir rehine gibi, bilinmeyen,

keşfi mümkün olmayan bir diyara götürür. Oradan hiç dönemeyebiliriz,

dönmediğimizi bile fark etmeden götürüldüğümüz yerde kalabiliriz. Ama

dönüyoruz, dağarcığımızda bu tutsaklıktan getirilmiş rüyalar, bilinmeyen

diyarın esrarengiz ganimeti.

Uyku her gece aynı yere yapılan ama sırrı belki de hiçbir zaman

çözülemeyecek olan bir yolculuktur.

Her sabah uyanmak tutsaklığın bitmesi, yeni bir günün içine dalmak için

serbest bırakılmaktır.

Ben Bir Hiçim

index-214_1.png

212

Uyanıyorum ve her şeyin bir anlamda değişmiş, bir anlamda aynı kaldığı

dünyaya, orada oynadığım role geri dönüyorum.

Hiçbir şeyin kesin olmadığı dünyada herşey kesin ve yerli yerindeymiş gibi

geliyor bana ve size.

Çok sevdiğim bu evde, en çok sevdiğim yer içinde uyandığım, doğuya bakan

bu odadır. Beyaz elişi perdeler, sandık, yastıklar, resimler, renklerini değişik

bitkilerden almış halılar, koyu kahve renkli budaklı ahşap, kitaplar.

Yılın değişik aylarında değişik açılardan gelen güneş pencerenin şeklini

odada dolaştırır. Misinanın ucundaki kristal yuvarlağın içinden geçerek

karşı duvarda küçük, yeşil, kırmızı, sarı renk topçukları meydana getirir.

Bazen renk topçuklarını duvarda dans ettirmek için kalkıp topu oynatır,

sonra onları seyretmek için yatağa geri dönerim.

Bu ışınların içinde, evimi bombardıman eden, atomdan küçük parçacıklar

var, ama onları görmek imkânsız. Neyi görüp neyi göremediğimiz ilginç bir

konu. Her yaratığın göz yapısı değişiktir. Her yaratık yaşamını sürdürmesine

en uygun görme yeteneği ile donatılmıştır.

Biz, var olan şeylerin kısıtlı bir bölümünü görebiliriz. Ne atom altı

parçacıkların dansını seyretmemiz mümkündür ne de uzaklıkları ışık yılları

ile ölçülen yıldızları.

Geçen gün, bir yerde, 17 yıldan beri yörüngede bulunan Hubble uzay

teleskopunun dünyaya 13 milyar ışık yılı uzaklıkta bir yıldızın varlığını

keşfettiğini okudum. Bunun anlamı şudur: Bu yıldız dünyadan o kadar uzak

ki, ışığının bize gelmesi 13 milyar ışık yılı sürdü.

Bir ışık yılının uzunluğu 9.460.730.472.580,8 kilometredir. Kastedilen yıl ise

Roma İmparatoru Julian'ın takvimindeki 365,25 gün veya 31.557.600

saniyedir.

Hubble'ın gördüğü o yıldız muhtemelen artık yok. Milyarlarca yıl önce içine

çöküp bir kara delik haline geldi. Belki infilak edip toz halinde kâinata

dağıldı. Işığı bize hayali bile mümkün olmayan mesafeleri aşıp gelen

yıldızların çoğu veya hepsi belki artık yoktur.

Geceyi olmayan, hayalet yıldızların ışığı mı aydınlatıyor?

Her şey çok karmaşık ve esrarengiz.

Uyandıktan sonra, ayakları terliklere sokup uykunun ters istikametine

yürümeye başlamadan önceki tembellik dakikalarında, bugün, bunları

düşünüyorum.

Ama köşe yazarlığı yemek yoğun bir iştir. Bana müsaade. Aşağıya inip

esrarengiz ve karmaşık olmayan bir kahvaltı yapmak istiyorum.

Ben Bir Hiçim

index-215_1.png

213

DENGE

İri bir karga korudaki parke yolda bir ekmek parçası gagalıyor. Gagasını

kaldırıp kazma gibi ekmeğe indiriyor, ağzına aldığı sokumları yutmak için

başını kaldırıyor. Ekmeği gagalamaya devam etmeden önce, başını sağa sola

çevirerek ortalığı kontrol ediyor.

Ona yukarıdan bakan otuza yakın güvercin var. Güvercinler yolun hududu

olan taş duvarın desteklediği toprağın üzerindeki çimenlerde kaynaşıyorlar.

Birkaç tanesi kalkıp karganın yanına iniyor. Onları üç dört güvercin izliyor.

Arkalarından başkaları geliyor. Guk guk guk sesleri çıkararak, dans eden

gelinle damadı ortalarına alan düğün davetlileri gibi, kargayı çevreliyorlar.

Yavaş yavaş ona yaklaşıyorlar.

Karga rahatsız oluyor, gaaaak diye bağırarak kalkıyor ve biraz önce altındaki

çimenlerde güvercinlerin oturduğu ağacın alt dallarından birine konuyor.

Güvercinler sırayla ekmeği gagalamaya başlıyor.

Karga, dalında, sessiz, ekmeğini yiyen güvercinleri izliyor.

Çimenlerde kalan güvercinler de kalkıp ekmeğin bulunduğu yere, ıslak

parkelerin üzerine iniyorlar.

Sonra aniden, hepsi birden havalanıp uzaklaşıyorlar.

Birkaç adım atınca nedenini anlıyorum. Karganın üzerinde oturduğu ağacın

altındaki çalıların arkasında canı güvercin çeken bir kedi var.

Kedi başını kaldırıp kalkan güvercinlere bakıyor.

Yolun diğer yanındaki ağaca yavru bir karga konuyor.

Kedi duvardan atlayıp boşta kalan ekmeğe yaklaşıyor ve bir ayağıyla yere

bastırıp kenarından ısırmaya başlıyor.

Yeni gelen karga dalında gaaak gaaak ötmeye başlıyor. Korudaki diğer

kargaları çağırıyor. Kargalar ağaçların üzerinden süzülüp geliyorlar,

çevredeki ağaçların dallarına konuyorlar. Kedi tedirgin oluyor, sık sık başını

çevirip onlara bakıyor.

Kargalardan biri, savaş uçağı gibi kedinin üzerine dalıyor ve gaaak gaak diye

sesler çıkararak üzerinden geçiyor. Başka bir karga kedinin üzerine dalarken

birkaç karga daldan yola inip kediye doğru zıplamaya başlıyor. Onlara

başkaları katılıyor.

Kedi başını çevirip dişlerini gösteriyor. Kargalar kalkıp biraz uzaklaşıyorlar,

sonra kısa kısa uçarak tekrar kediye yaklaşmaya başlıyorlar. Sayıları artınca

kedi bir nefret miyavlamasıyla sırtını ekmeğe dönüyor ve atlayıp ağaçların

arasında kayboluyor.

Bir karga ekmeği gagalamaya başlarken diğerleri etrafında sıra bekliyorlar.

Ben Bir Hiçim

index-216_1.png

214

Bütün bunlar birkaç dakikada oluyor.

Durduğum yerde, eldivenli ellerimle gevşeyen kaşkolumu boynuma sıkıca

sarıp kargaların yanından geçiyorum. Beni umursamıyorlar.

Evlerin bacalarından çıkan kömür dumanının kokusu ile ıslak koru kokusu

birbirine karışıyor. Arabamı park ettiğim yere doğru yürüyorum. Saat on bir.

Sahil yolundan, Boğaz'dan, karşı yakadan ve her taraftan şehrin gürültüsü

geliyor.

Tanrı verir ama dağıtmaz der Haitililer.

Her yaratık, insan hayvan, koparabildiğini koparabildiği sürece, kopartır.

İnsan dışındaki yaratıklar için bu doğaldır. İnsan eşitlik, adalet, insaf gibi

kendi imalatı konseptlerle bunun üstüne bir şal germeye çalışır. Ama doğada

eşitlik, adalet, insaf yoktur. Sadece denge vardır.

İnsanın eşitlik, adalet, insaf diye diye altüst ettiği bir denge.

ÇEYİZ

Ozanköy

Keklikler çığlıklarla havalanınca aklıma o gün geldi. Üç veya dört yaşında

olmalıydım. Babamla beraber, Yağmuralan'da, evimizin arkasında bunun

gibi bir çam ormanında, buna benzer bir toprak yolda yürüyorduk. Yerde

yatan bir keklik gördük. Koşup kekliğe dokundum. Yumuşak tüylerinin

altında vücudu sıcaktı. Kaldırınca kafası yere sarktı. Gözlerindeki ışık

boşalmıştı.

Babam kekliğin bir kartalın veya şahinin gagasından düşmüş veya onu

vuran avcıdan kaçmış olabileceğini söyledi.

O gece gaz lambasının ışığında annemin keklik suyunda pişirdiği pirinç

çorbasını yedik. Beyaz çorbanın limonlu tadını, yumuşamış pirinç

tanelerinin dilime temasını hâlâ hatırlıyorum. Veya hatırladığımı sanıyorum.

O gün çocukluk hafızamdaki ender mutlu günlerden biridir. Dayaksız,

korkusuz, gerginliksiz bir gündü. Bunu bir süre yanımızda kalmak üzere

Lefkoşa'dan gelen Tayyibe Teyzem sağlamıştı. Misafirler evlerdeki denklemi

hiç olmazsa kısa bir süre için değiştirir.

Teyzem yanında hediye dolu bir sepet getirmişti. El işlerinde çok mahirdi.

Bana kazak örmüştü.

Trodos Dağlarının kuzey yamaçlarında, ağaçlarının köyün içine kadar girdiği

Yağmuralan, bugün olduğu gibi o gün de adanın en ücra köyüydü. Ada

içinde bir adaydı. Kıvrımlı dar yollardan, burunlu yavaş otobüslerle

Lefkoşa'dan oraya gelmek gelmek neredeyse bütün günü alırdı. "Şeher"den

bir ziyaretçi ender bir şeydi.

Ben Bir Hiçim

index-217_1.png

215

1960'larda toplumlar arası çatışmalar başlayınca Yağmuralanlılar canlarını

kurtarmak için Türklerin yoğun oldukları bölgelere kaçtılar. Orman köyü

üzerinden geçip aşağılara, Yalya'nın üst başına kadar indiler. Dere kurudu.

Köy yıkılıp kayboldu. Bugün sadece birkaç duvar ayakta duruyor o

günlerden ve yabanileşmiş birkaç gül ve meyve ağacı.

Tayyibe Teyzem hiç evlenmedi. Çeyiz sandığındaki tığ işi çeyizlerini keten

üzerine renkli ipliklerle işlenmiş masa örtüleri, kahve altlıkları, çarşaf ve

yastık kenarlarını parasız kaldıkça zengin arkadaşlarına sattı. Yıllarını, tek

başına, kör, sağır ve dilsizleşen, bütün gün yatakta nefes alan bir tahta gibi

yatan yatalak anneanneme bakmakla geçirdi. Kapısını herkese kapattı.

Yaşlandı, acayipleşti, yavaş yavaş aklını kaybetmeye başladı. Son günlerinde

evine kilitlendi, kimsenin haberi olmadan, günlerce yemek yemeyip su

içmeyerek kendi kendini öldürdü.

Keklikler sürü halinde aynı anda kalkıp çamların arasından tepeye doğru

kayboldular.

Orada taşıdığı konuşmaları çoktan unutmuş telleri kopuk, eski, beton,

İngiliz sömürge zamanından veya cumhuriyetin ilk yıllarından kalan bir

telefon direği var.

Beşparmak Dağları’ndaki Arapköy'de orman bekçiliği yaparken babamın

görevlerinden biri evle Alevkayası’ndaki merkez arasındaki manyetolu

telefonun sürekli çalışıyor olmasını sağlamaktı.

Tel koptuğunda, ya da keçiler