değilim, ama ‘Seni hayatın sonuna kadar seveceğim’ diye bağırdım.”
Ballard bir daha evlenmedi ve çocuklarını tek başına büyüttü. “Galiba
onların bana olduğundan çok benim onlara ihtiyacım vardı” diye yazıyor.
“Çocuklarıma derin bir sevgiyle bağlıydım ve onlar bunu biliyorlardı.”
Ben Bir Hiçim
228
Evde çalıştığı için her zaman çocuklarıyla beraber olabiliyordu. Tatilde
karşılaştığı bir Amerikalı kadın, arabanın içine bakıp “Sen bu üç veletle
yalnız mısın?” diye sorduğunda, “Bu üç veletle hiç yalnız olunmaz” diye
cevap verdi.
“Hâlâ düşüncem odur ki, çocuklarım kendilerini büyütürken bir yan faaliyet
olarak beni büyüttüler. Çocukluklarını birlikte geride bıraktık. Onlar mutlu
ve kendine güvenen kişiler halinde gençlik dönemine girdiler. Ben onları
bebeklikten kendilerine özgü düşünceleri ve emelleri olan büyükler haline
geçişlerini izlemenin tecrübesi ile zenginleşmiş olarak, bir tür ikinci olgunluk
dönemine girdim. Bütün doğadaki en kayda değer anlamlı süreç olan bu
olağanüstü süreci izlemiş çok az baba vardır. Babayı bırakın, evi ve aileyi
idare etmenin yükü dikkatlerini o kadar dağıtır ki, birçok anne bile her gün
çevresinde meydana gelen sayısız mucizenin pek farkına varmaz.
Çocuklarımın ebeveyni olarak geçirdiğim yıllar bildiğim en zengin, en mutlu
yıllardır.”
Benim de. Ballard’ı en çok bunun için seviyorum. Farkında olmadan, ayrı
yerlerde, ayrı zamanlarda bir mucizeyi paylaşmış olduğumuz için. Bu her
zaman, herkese açık olan bir mucizedir ve bütün mucizelerin mucizesidir.
PUSULA
Ruh da vücut gibi kirlenir. Birçok şey ruhu kirletir. Çocuk ağlatmak. Kadın
dövmek. Irza geçmek. Çalmak. Avlamak. Öldürmek. Yalan söylemek.
İkiyüzlülük. Pintilik. Oburluk. Gurur. Kıskançlık. Güçsüzlere yukarıdan
bakmak. Rüşvet yemek ve yedirmek.
Bunlar ve bunlara benzeyen birçok şey ruhu kirletir, ağırlaştırır, pırıltısını
alır, takatten kestirir.
Ruh da vücut gibi arınmaya muhtaçtır.
Zaman zaman onu diş gibi fırçalayıp temizlemek gerekir.
Bir gün köprüye giden sahil yoluna girmek için dar ve tenha bir sokağa
saptım. Önümde yavaş yavaş giden beyaz, büyük, parlak Mercedes durdu.
Şoför kapıyı açtı, koşar adımlarla arabanın arkasını dolaştı, arka sağ kapıyı
açmak üzere kapının kolunu tuttu ama açmadan doğruldu ve “bir dakika
müsaade” ifadesiyle bana baktı.
Arka koltukta tek başına oturan ve cep telefonuyla konuşan bir adamın
başını gördüm.
Her zaman başarılı olmasa da, trafikte politikam, Zenvari bir duruluk ve “hiç
kimse ve hiçbir şey kafamı bozamaz”lıktır. Sükûnetle bekledim. Şoför,
rahatsız, sağa sola bakındı. Adam konuşmaya devam etti. Ben bekledim.
Şoför patronuyla göz temasında bulunmak amacıyla tekrar eğildi ve içeri
baktı. Adam istifini bozmadan konuşmaya devam etti.
Ben Bir Hiçim
229
Şoför uzun boylu, zayıf, kravatlı, otuzlarındaydı. Bana bir “özür dilerim”
bakışı daha fırlattı. Beklemeye devam ettik.
Patronunun konuşmayı kısa kesmeye niyeti olmadığını anlayınca şoför koşar
adımlarla arabanın arkasını dolaştı ve bana bir bakış daha fırlatarak, şoför
mahallinin kapısını açtı. Herhalde arabayı sürüp yolu açmayı düşünüyordu.
Nedense içeri girmeden kapattı, geri döndü ve ara sıra bana bakarak, patron
kapısının önünde beklemeye başladı.
Sonunda kapı açıldı. İçinden iriyarı, orta yaşlı, kravatsız, kendinden emin bir
adam çıktı. Trafiği tıkamış olabileceği olasılığını kontrol etmeden arabanın
önünden dolaştı ve küçük dağları yaratarak cami kapısından içeri girdi.
Şoför, rahatlamış, kapısını kapattı, koşar adımlarla direksiyona geçti ve
nereye park edecekse oraya gitti.
Adamı gazetelerdeki resimlerinden tanıdım. Karanlık işleri olan bir zengindi.
Cumaydı. Öğle namazına gidiyordu.
İçeride ne olacağını sanıyordu? Anlamını bilmediği Arapça sureleri içinden
okuyarak, secde ederek, kalkarak, aynı şeyleri birkaç defa tekrarlayarak
esirgeneceğini ve bağışlanacağını mı umuyordu? Biri ölü, diğeri hiç
yaşamamış iki politikacının hükümetinde Hazine’den ayarladığı ve geri
ödemediği birkaç yüz milyon doların günahının cumalarda taksit taksit
sevap hanesine aktarıldığını mı sanıyordu?
Küçük camiden ayrıldığında ruhunu arınmış mı hissedecekti?
Bilmeyi çok isterdim. Camiye giren adam ile çıkan adam arasında bir fark
oluyor muydu?
Her insanın içinde doğruya işaret eden bir pusula var. İnsan doğru da,
yanlış da yapsa pusulanın nereye işaret ettiğini bilir. Unutmaya çalışsa da
unutamaz.
Ruhu temiz tutmanın yolu onu kirletmemektir. Kolay değil ama mümkün.
Zamanla öğrenilebilir. Tanrı’yla alakası var, ama camiyle, namazla, hacı
hocayla alakası yok.
DÖNMEK İSTEMİYORUM
Ozanköy
Uyanır uyanmaz arıların sesini duydum. Saat altıya geliyordu. Güneş yeni
doğuyordu. Sonra saksağanların sesini duydum. Mutfak kapısının önündeki
serviye yuva yaptılar. Bahçıvan göstermeseydi farkına varmayacaktım.
“Saksağanlar ikişer ikişer dolaşır” demişti Elizabeth. “Tek saksağan görmek
kötü şans getirir.” Bu gibi şeylere inanmıyorum ama o günden beri hep
gözlerim ikinci saksağanı arıyor.
Ben Bir Hiçim
230
Yuvada kaç yavru var? Büyüyünce bahçede kalacaklar mı?
Bahçıvan artık haftada iki gün geliyor. Ben de ayda bir. Saksağanlar bu
dönümleri terk ettiğimi sandıkları için eve bu kadar yakın yuva yapmışlardır.
Geldiğim gün de birkaç metre önümden bir yılan fırladı. Hızla gözden
kaybolmadan önce başını çevirip dargın gözlerle bana baktı, “Sen de nereden
çıktın” der gibi.
Kalkıyorum ve pencereden dışarı bakıyorum. Gül ve sarı yasemin.
Tomurcuklu zakkum ve erik. Badem ve keçiboynuzu. Onların üzerine konan
kuşlar, üzerlerinde gezen karıncalar ve böcekler, aralarına ağ ören
örümcekler, tarla fareleri, onları ham yapmak için kuytularda pusuya yatan
yılanlar. Hepsi insanların daha uyanıp gürültülerine başlamadıkları
dünyada güneşle yeniden başlayan alışverişlerinin keyfini çıkarıyorlar. İnsan
çoğu zaman ne güneşin ne ayın farkındadır ama diğer yaratıklar aydınlığın
ve karanlığın içinde suda balık gibidirler.
Filayağı ağacı arı kaynıyor. Yapraklar kanatlarının rüzgârıyla titreşiyor. Ağaç
onların farkındaymış gibi geliyor bana. Arılar bal alırken ağaç da onlara bal
veriyor sanki emziren bir anne gibi.
Bu arıların bu sene ilk gelişleri, ilk defa geldiler. Artık bundan sonra her gün
güneş doğarken ve batarken gelecekler ve dökülünceye kadar, ağacın üzüm
salkımı biçimindeki çiçeklerinden bal alacaklar.
Bu ilkbahar gelip gelmeyeceklerini merak ediyordum. Birkaç seneden beri
dünyanın birçok yerinde arılar, arkalarında bomboş kovanlar bırakarak
ortadan kayboluyorlar ve bir daha geri dönmüyorlar. Onları ne kaçırıyor,
nereye gidiyorlar, başlarına ne geliyor kimse bilmiyor. Benimkilerin geri
dönmüş olması sağlıklı olduklarını gösteriyor ve bunu bilmek içimi
ferahlatıyor.
Bugün İstanbul’a dönüyorum. Acele etmek istemediğim için erken kalktım.
Havaalanına hareket etmeden önce bahçede çay içmek ve yolda durup
ormanda biraz yürümek istiyorum. Bahçeden topladığım limon ve
yenidünyalar ve kirli çamaşırlar dolu çantamı dün gece arabaya yerleştirdim.
Giderken giyeceğim elbiseler sedirin üzerinde düzenli bir biçimde üst üste
duruyor. Her şeyin temiz ve tertipli olmasına büyük ihtimam gösteren ve bu
düzenden sapmayı şiddetle cezalandıran rahmetli annem görseydi, pasaklı
oğlunun kendine benzemiş olmasına çok şaşardı.
Fincanımdaki ballı çayı yudumlayarak hamakta otururken arı vızıltılarına ve
saksağan trafiğine serçe ve bülbül sesleri karışıyor. Bu yaratıkların çıkardığı
seslerden başka hiçbir ses yok. Birdenbire insanlar, kovanlarını terk eden
arılar gibi yok olsalar dünyanın sesi böyle olurdu diye düşünüyorum.
Her gün böyle başlamalı. Hep bu saatlerde uyanmalıyım. Güneş doğanın
üzerindeki yorganı kaldırıp arıları, kuşları, karıncaları uyandırmaya, bitkileri
doyurmaya başlarken gözlerim açılmalı.
Dönmek istemiyorum. İstanbul’da sevdiklerim, yapmaktan hoşlandığım bir
işim, rahat bir hayatım var ama dönmek istemiyorum.
Ben Bir Hiçim
231
Yirmi seneden fazla zamandır sahip olduğum bu evde devamlı hiç 365 gün
yaşamadım, mevsimlerin değiştiğini görmedim. Çoğu zaman ektiğim
soğanlar ben görmeden çıkıyor, soluyor ve ölüyor. İncirler, kayısılar,
guavalar toplanmadan yere düşüyor.
Bir yıl devamlı burada kalıp değişimi izlemeliyim. Aksi takdirde ruhum asabi
bir hayalet gibi geceleri çığlıklar atarak bahçede dolanacak ve saksağan
yavrularını uyandıracak.
KULAĞIMDA BÜYÜCÜ VAR
Geçen gün akşam serinliğinde balkonda kitap okurken Sara çıkageldi.
“Annie’nin adının Annie Beyaz Pati olduğunu biliyor muydun?” Annie altı
yıllık kedimiz. Adını, çocukların çok sevdiği bir dansçıdan aldı.
“Hayır” dedim. “İlk defa duyuyorum.”
“Dört beyaz patisi olduğu için. Az önce onu görmeliydin. Beyaz patileriyle
garaj kapısının üzerindeki ince demirin üzerinde cambaz gibi yürüdü.
Kraliçe gibi. Yavaş yavaş. Tam adı Annie Beyaz Pati Münir.”
Çocuklar küçükken söyledikleri acayiplikleri ara sıra bir deftere
kaydederdim. Aklıma on sene önce bir mart günü geldi. Öğleye doğru
odamda yazı yazıyordum. Merdivenlerde Sara’nın ayak seslerini duydum.
Daha üç yaşında bile olmadığı için cam kapının koluna yetişemiyordu.
Yüzünden bana bir şeyler söylemeye geldiğini anladım.
Kalkıp kapıyı açtım, onu kucağıma aldım.
“Kulağımda bir büyücü var” dedi. “Kahverengi ve yeşil bir büyücü.” Bu tür
beyanlara gülmemek konusunda karımdan tembihliydim.
Eşim anneliğe hazırlanırken okuduğu (ve bazı bölümlerini bana da okuttuğu)
The Magic Years (Büyülü Yıllar-Selma H. Fraiberg) adlı kitaptan çok
etkilenmişti. Kitap çocukların realite anlayışının nasıl geliştiğine dairdi.
Küçüklerde gerçek ve fantezi, yetişkinlerde olduğu gibi birbirinden ayrılmış
değil, iç içedir. Bilgi edinme ve mantıki düşünme süreci tamamlanmadan
önce yaşadığı “büyülü yıllar”da çocukların fantezileri gerçek kadar canlıdır.
“Yatağımın altında gülümseyen bir kaplan var” diyen çocuk için (kitapta
böyle bir çocuk var) kaplan yatak kadar gerçek bir varlıktır. Bu sözleri
söyleyen çocuk gerçekten odasını yetişkinlerin görmedikleri, daha doğrusu,
görmeyi çoktan unuttukları, gülümseyen bir yaratıkla paylaşıyor.
“Hadi ordan” dememek, çocuğu ciddiye almak gerekir. Aynı şekilde, genel bir
hataya düşüp bu tür şeyleri söyleyen çocukları yalancılıkla suçlamamak da
gerekir. Gelgelelim, karım konuyla ilgili brifinginde kızımızın kulağının bir
büyücü tarafından istila edilmesi halinde alınacak önlemler konusuna
girmemişti.
Ben Bir Hiçim
232
“Bakalım bakalım şu kulağa.” Eğilip dikkatle kulağını inceledim.
“Bir şey görmüyorum” dedim.
“Kulağımda büyücü var!”
Sara, annesinin karnından kararlı ve inatçı doğdu. Kulağımda büyücü var
diyorsa kulağında büyücü vardır. Bu gibi durumlarda onu annesiyle bir
araya getirmenin en iyi politika olduğunu tecrübeyle biliyordum.
“Annene söyleyelim” dedim.
Merdivenlerden inip mutfağa yürüdük.
“Kulağımda büyücü var” dedi kız annesine.
“Kahverengi ve yeşil bir büyücü” diye tamamladım.
“Onu ordan alıp atayım mı?” diye sordu eşim, işi full-time kulaktan büyücü
çıkarmak olan kıdemli bir uzman soğukkanlılığıyla.
“At” dedi Sara.
Eşim sağ elinin başparmağı ile işaret parmağını birleştirip çocuğun kulağına
götürdü ve ani bir cımbız hareketiyle “büyücü”yü söküp aldı.
“Gitti şimdi” dedi.
Sara’yı yere bıraktım ve “eyvah” diye bağırarak yere yıkıldım ve ezan okuyan
bir müezzin gibi sağ elimle kulağımı kapatarak, “Şimdi de benim kulağıma
geldi” diye inledim.
“Şaklabanlığı bırak” dedi karım.
Bıraktım mı, hatırlamıyorum. Sara geçenlerde 13 yaşına bastı. Umarım her
zaman yatağının altında gülümseyen bir kaplan bulunur.
BİR YAZ GÜNÜ RÜYASI
Ozanköy
Bir yaz günü kumsalda uyuyakaldım. Rüyamda aynı kumsalda uyuduğumu
gördüm. Ama kumsal o günkü gibi değildi. Orayı ilk gün gördüğüm gibiydi.
O günlerde rahatsız edilmemiş kumlarda kuş, yılan, kertenkele ve keçi
izlerinden başka iz görmezdim. İlkbaharda kumlarda bodur zambaklar
açardı. Karayılan, çalıların altında, İngilizlerden kalma dar asfalt yolda,
keklik yavrularının, annelerinin arkasında, sıra halinde karşıdan karşıya
geçmelerini beklerdi. Zeytinleri ve harnupları dallarının başladığı yere kadar
gömen kum tepeleri ta yolun ötesine kadar giderdi.
Ben Bir Hiçim
233
Yaz gecelerinde sahile çıkıp arka ayaklarıyla kazdıkları çukurların içine
yumurtalarını gömen deniz kaplumbağaları vardı. Baktığınızda ne bir
elektrik direği görürdünüz, ne bir yapı. Sahilden görünmeyen yoldan binde
bir, bir otobüs veya araba geçerdi.
Rüyamda gördüğüm işte böyle bir yerdi.
Sonra Girne’den doğuya geniş bir yol yapıldı. O yol yapılırken araçların
kullanması için kumsala yakın bir yere bir servis yolu deşildi. Geniş yol
bittikten sonra oradan kumsala asfalt döşendi. Sonra asfaltın bittiği yere
küçük bir lokanta yapıldı. Lokantanın biraz uzağına soyunma kabinleri ve
tuvaletler kondu. Sonra arabaların park etmesi için geniş bir alan asfaltla
kaplandı.
Rüyam bütün bunları silmişti. Sanki bir rüya değil eski bir fotoğraf
görmüştüm.
Elimde olsa adada her şeyi eski, yollar ve binalar çoğalmadan ve çevre
kirletilip
yıkılmadan,
tenhalık
kalabalık
olmadan
önceki
haline
döndürürdüm. Rüyam galiba bu isteği gerçeğe çevirmişti.
Aklıma şöyle bir şey geldi. Acaba uyanıkken dünyayı isteğime göre
yapabilsem nasıl bir dünya yapardım?
Dünyadan neler çıkarırdım, neler eklerdim?
Veya bana boş bir dünya verilse içini neyle doldururdum?
Kuşların yerine kuştan başka ne koyardım? Ağaçların yerine ağaçtan başka
ne dikerdim? Denizleri doldurmak için sudan başka bir şey bulabilir
miydim? Gökyüzüne maviden başka bir renk koyabilir miydim? Geceye yıldız
ve ay ışığından başka verecek ne bulabilirdim?
İnsanların içinden hangi duyguları silebilirdim? Kötülüğü silsem iyilik,
gaddarlığı silsem merhamet aynı anda kaybolmaz mıydı?
Aslında, hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Hayallerimizde bile. Hayallerimiz gerçeğin
yeniden düzenlenmesinden başka bir şey değil. Bir oturma odasındaki
koltukların yerinin değiştirilmesi gibi.
Kâinat bu günkü halini 15 milyar senede aldı, dünya ve bugün içinde
gördüğümüz ve görmediğimiz her şey beş milyar yılda. Her şey başka türlü
olamadığı için böyledir, başka türlü olamayan bir bütünün parçasıdır. Olanı
hayallerimizde bile değiştiremeyiz.
Çünkü belki, Güney Afrika’nın çöllerinde yaşayan göçebe bushmenin dediği
gibi, bir rüyada görülen bir rüyadan ibaretiz.
Ben Bir Hiçim
234
GELEN YOLCU - İKİ GÜN ÖNCE
Ozanköy
Bahçedeki en uzun servinin tepesinde bir saksağan oturuyor, yüzü birkaç
saat önce kalkmış güneşe doğru.
Bu servinin tepesi bahçede kuşların en çok sevdiği yer. Saksağan yoksa
karga, karga yoksa güvercin var... İzlediğim kadarıyla, bu mevki iriliğin
belirlediği bir protokol sırasına göre kullanılıyor. Karga gelince saksağan,
saksağan gelince de güvercin tepeyi boşaltıyor.
Ben mağaranın yanındaki badem ağacının altında oturuyorum ve
sivrisinekler tarafında ısırılmış yerlerimi kaşımamaya çalışarak, sabah
çayımı yudumluyorum. Boyuma asılı dürbünle ara sıra saksağanı izliyorum.
Bugün buradaki son günüm. Tatil sona eriyor, yarın sabah İstanbul’a
dönüyorum.
Saksağanın başı, boynu ve kuyruğu siyah, gövdesi beyaz, kanatları siyah
beyazdır. Hem siyahlığı hem beyazlığı tam ve mükemmel, güneşte parlıyor.
Hayat cilasıyla cilalanmış gibi.
Yarın bu saatte uçak İstanbul için alçalmaya başlıyor olacak. Doğudan hafif
hafif bir esinti geliyor, beni serinletip hurmayı, filayağı ağacını, zakkumu ve
pergolanın üzerindeki yasemini ferahlatmaya gidiyor.
Dürbünü kaldırıp saksağanı buluyorum. Sürekli, başını yavaş yavaş bir sağa
bir sola çevirerek, sessiz, çevreyi gözlüyor. Ne yaptığını biliyorum. Toprakta,
görmediğim bir yerlerde yemlenen eşine gözcülük ediyor. Saksağanlar hep
çift gezer onun için eşinin yakınlarda bir yerlerde olduğu kesin. Belki mutfak
kapısının önündeki servideki yuvada büyüttükleri yavruları bile oralardadır.
Otların arasından bir yılan fırlarsa panik ötüşünü öterek onları uyaracak,
uçup daha güvenli bir yere gidecekler.
Ama sonra gene dönecekler çünkü onlar bu bahçenin saksağanları.
Pasaport polisinin önü tatilden dönenlerle dönmeyenleri ayıran huduttur.
Siz bir süre, rutin denilen, birbirine benzeyen günler nehrinin kıyısına
çıktınız. Sırtınızı dönüp başka bir yere gittiniz. Başka yataklarda yattınız.
Değişik yemekler yediniz. Başka insanlar arasında başka şeyler yaptınız.
Arkanızda bıraktığınız dünyayı aklınızın kıyısında tuttunuz veya tutmaya
çalıştınız, surlara merdiven dayamış saldırganları içeri sokmamaya çalışan
askerler gibi.
Yavaşladınız.
Ama işte bir an önce pasaport kuyruğuna girmek için adımlarını sıklaştıran
diğer yolcular gibi, elinizde olmadan, siz de adımlarınızı hızlandırıyorsunuz.
Bir yerlere bir an önce yetişmek için acele etme dünyasına dönmek için
hızlanmaya başladınız.
Ben Bir Hiçim
235
Birkaç metre sağımda yeri kaplayan çiçeklerin arasında bir hışırtı
duyuyorum. Bir yılan olmalı. Küçük bir kertenkele hışırtının geldiği yerden
dışarı fırlıyor ve panik içinde sağa sola baktıktan sonra yıldırım süratiyle
kendini bademin gövdesindeki kovuklardan birinden içeri atıyor. Hışırtı
duruyor.
Kabinde sıkılmış ve kanıksamış genç bir polis olacak. Pasaportuma
gürültüyle damga vuracak ve beni tatile gitmemiş insanlara açılan kapıdan
içeri alacak.
Ne kadar zama