“Ters tutuyorsun” diyor.
Doğru tutarak düğmeye basınca klima derin bir nefes alıp mesaiye başlıyor,
diğer sesleri uzaklaştırarak.
Konuşurken mi daha iyi anlıyoruz birbirimizi, susarken mi?
Kelimeler nasıl icat oldu? Herhangi bir kelimeyi ilk kim, nerede konuştu?
Ben Bir Hiçim
247
Kelimeler yalan söylemek için mükemmel ama doğru söylemek için yetersiz.
Kelimeler siperde yatmaya uygun, ortada dolaşmaya değil.
Uykunun faydası burada belki. Kelimelerden uzaklaştırıyor insanı. Aklı
kelimelerden boşaltıyor. Dinlenmek bu kelimelerin meydana getirdiği
boşlukta meydana geliyor.
Vücudumuz dilimizden daha iyi biliyor konuşmasını. Vücut dilinin
dağarcığında daha az şey var ama bunlar daha açık ve kesin. Gözler
konuşuyor. El bir yere dokununca verdiği mesajın ne olduğunu anlamamak
imkânsız.
Anlaşmak için kelimelere ihtiyaç yok aslında. Anlaşmamak için ise var.
“Benim diğerim, sana karşı korunmam gerektiğini düşündüğümde çıkıyor
ortaya” diyor.
Söylemiştim. Son sözü söyleyecek diye. Karşılık olarak bir şey söylemek
istemiyorum. Birinin son sözü söyleyebilmesi için birinin susması lazım.
Aslında iki kişiden de çokuz, hem o, hem ben, hem herkes. Sanki kişilik -o
ne ise- birçok odası olan bir saray. Ne zaman hangi odasından hangi “ben”in
çıkacağını bazen ben bile bilmiyorum.
Bu konuyu daha sonra konuşuruz belki. Veya konuşmayız.
“Acıkmaya başladık mı?” diye soruyorum.
“Ehh” diyor.
“Sahilde yürüyüp her zamanki lokantamıza gidelim mi?”
“Olur” diyor.
Bir süre daha yerimizden kıpırdamıyoruz. Bostandaki karpuzlar gibi, ikiye
bölünmeden önce, bir süre daha, bütün olmanın tadını tatmak istiyoruz, o
da, ben de. Bu konuda bir fikir ayrılığı yok. O ve ben varız şimdi. Diğerleri
yok.
BİR AMPUL DEĞİŞTİRMEK İÇİN KAÇ ZEN BUDİST GEREKİR?
Sadece son derece esnek ve yumuşak olanlar son derece sert ve güçlü
olabilir.
Eğer sorunun çözümü varsa tasalanmanın anlamı yok, sorun sonunda
çözülecek.
Eğer sorunun çözümü yoksa tasalanmaya mahal yok çünkü çözülmesi
imkânsız.
Çok temiz suda balık yaşamaz.
Ben Bir Hiçim
248
Hiddet, niteliksiz olmanın belirtisidir.
Kızgın kişi her zaman yapabileceğinin fazlasını yapabileceğini sanır.
İnsanlar çoğu zaman akıl açıklarını hiddetle kapatmaya çalışırlar.
Nefret insanın kendine uyguladığı bir cezadır.
Hiddet, akılsızlıkla başlar, pişmanlıkla biter.
Kızgın adam ağzını açar, gözlerini kapatır.
Hiddet eser, aklın lambası söner.
Akıllı insan hatalarından ders alır. Başkalarının hatalarından ders alan
ondan da akıllıdır.
Ne kadar sıkı tutarsanız, o kadar az şeye sahipsiniz.
Elde eden az şeye sahiptir. Dağıtanın çok şeyi var.
İnsanlara yol göstermek istiyorsan arkalarından yürü.
Bir samuray, Zen ustası Hakuin’e öldükten sonra nereye gideceğini sormuş.
Hakuin, “Ben nereden bileyim?” diye cevap vermiş. “Nasıl bilemezsin?” demiş
samuray. “Sen bir Zen ustasısın.” “Evet, ama...” demiş Hakuin, “ölü bir Zen
ustası değilim.”
Muayyen bir işi yapabilmek için muayyen bir insan olmak gerekir.
Eğer gerçek aşkı bulmak istiyorsanız kendinizi sevmeyi öğrenin.
Hiçbir kar tanesi hiçbir zaman yanlış yere düşmez.
Öğrenmek nehrin aktığı yöne doğru kürek çekmek gibidir: İlerlememek
gerilemek demektir.
Ruh ışık saçarsa insanda güzellik olur. İnsanda güzellik varsa yuvada uyum
olur. Yuvada uyum olursa ulusta düzen olur. Ulusta düzen olursa cihanda
sulh olur.
Samimi olmayana samimi davranmak tehlikelidir.
Kötü şeylerde yavaş ol, iyi şeylerde aceleci ol.
İyilik bağırır. Kötülük fısıldar.
Eskilerin yürüdüğü yolu izleme, onların aradığını ara.
Ne kadar sessiz olursan, o kadar çok şey duyarsın.
Hayat denize açılıp batacak bir gemiye binmeye benzer.
Ben Bir Hiçim
249
Oraya vardığınızda, orada orası olmadığını görürsünüz.
En az şey isteyenler Tanrı'ya en çok yakın olanlardır.
Her çıkış başka bir yerin girişidir.
İnsan tartışır, doğa yapar.
Saat beşte sevişmek için sana geleceğim. Geç kalırsam bensiz başla.
Soru: Bir ampul değiştirmek için kaç Zen Budist gerekir? Cevap: Üç. Biri
değiştirmek için. Biri değiştirmemek için. Biri ne değiştirmek ne
değiştirmemek için
ÇAMUR EŞEKARISI, YUMURTA VE ÖRÜMCEK
Ozanköy
Bavulumu mutfağa bıraktıktan sonra teker teker ahşap panjurları ve
pencereleri açmaya başladım.
Önce mutfağı açtım, sonra oturma odasının bahçeye bakan kapılarını ve
pencerelerini. Arkamda ışık bıraka bıraka üst kata çıktım. Çocukların
odasının panjurunu açar açmaz bir arı vızıltısı ve ensemde şiddetli bir
yanma hissi duydum. İğne belli, sarı-siyah bir çamur eşekarısı vızıltılarla
uzaklaşıp gitti.
Daha önce birkaç defa arı tarafından sokulduğum için onu görmeseydim de
başıma
gelenin
nedenini
bilecektim.
Parmağımı
zonklayan
yere
dokundurdum. Beş on dakika içinde sızı, geride küçük bir kırmızılık
bırakarak geçecek. Üzerine bir şey sürmeye bile gerek yok.
Ama arı nereden çıkmıştı? İçeride olamazdı, çünkü ev uzun zamandan beri
kapalıydı. Başımı dışarı çıkarıp bakınca panjurun bittiği yerde içine
yumurtalarını koyduğu çamur tüplerinin meydana getirdiği topağı gördüm.
Ve onu affettim. Yumurtalarını korumak için beni sokmuştu. Onu rahat
bırakmak için panjuru yeniden kapattım.
Çamur arısının bilimsel adı Sceliphron caementarium’dur ve bu adı
çamurdan bu yumurta evlerini yaptığı için aldı.
Eşekarısı çene ve ön ayaklarıyla topladığı çamurları boru haline getirir ve
benim panjur gibi kuru zeminlerin üzerine monte eder. İçine bir yumurta
yumurtlar. Sonra bir örümcek avlar ve yumurtanın yanına bırakır. Sonra
borunun iki ucunu çamurla mühürler.
Yumurtadan çıktıktan sonra örümcek yavrunun gıdası olacak. Çürümüş
veya kokuşmuş olmaması için çamur eşekarısı örümceği öldürmez. Felç
eder. Tırtıl veya larva üç haftada olgunlaşır. Bu sürede canlı örümcekle
beslenir. Sonra etrafına koza örer ve kış boyunca dinlenir.
Ben Bir Hiçim
250
Bir defa mühürledikten sonra arı tüpü bir defa hiç açmaz. Yanına beş, altı
veya yedi yumurtalı-örümcekli boru daha yapar ve onları da aynı şekilde
kapatır. Sonra bir daha geri gelmemek üzere gider.
Aralarındaki görev bölümüne göre, dişi yem ararken erkek kozaları
beklediğine göre beni sokan muhtemelen erkekti.
Yuvadan çıkan genç eşekarıları çamurdan yuva yapıldığını görmediler.
Onlara inşaat dersi verecek, örümcek avlamaları gerektiğini, örümcekleri
nasıl felce uğratacaklarını öğretecek anneleri de yoktur.
Ama onlar bütün bunları bilirler ve zamanı geldiğinde, anneleri gibi, benimki
gibi evlerde uzun keşif uçuşları yaptıktan sonra bir yer bulurlar ve kil
aramaya başlarlar.
Sıcak yaz günlerinde bu arıyı dakikalarca evinizin içinde amaçsız bir şekilde
uçarken görebilirsiniz. Amaçsız falan değildirler aslında. Çamur yumurta
yuvalarını yapmak için kuru, uygun bir yer aramaktadırlar. Onu rahat
bırakmanızı öneririm. Hiçbir zararları yoktur.
Eğer onu benim yaptığım gibi ürkütmezseniz
YATAKTA İKİ SİVRİSİNEK
Ozanköy
Yatağa girip yan yana, sırtüstü yatınca cibinlikteki yırtığı gördü. Dikdörtgen
şeklinde, soyulan muz gibi geriye yatmış, kibrit kutusu büyüklüğünde bir
yırtıktı. Sabahleyin cibinliği toplarken parmağım takılmış, ince tülü cıırt diye
yırtmıştı. O, o saatte uçaktaydı.
“Bu delik ne?”diye sordu.
“Emniyet çıkışı” dedim.
“Ne emniyet çıkışı? Dalga mı geçiyorsun?”
“Hayır. Farz edelim ki kötü ruhlu bir peri uyurken beni sivrisineğe çevirdi.
Veya seni. Delik olmazsa kaçamam. Cibinliğin altında açlık ve susuzluktan
ölürüm.”
“Çok komik” dedi. “Ayrıca, sivrisineğe döndürülürsen yaşasan ne olur,
yaşamasan ne olur? Bir an önce ölsen daha iyi olmaz mı?”
“Hayır. Yetişkin bir sivrisinek iki hafta yaşar. Gıdasız kalmazsa tabii. İki
hafta iki haftadır. Ayrıca, bu zaman içinde iyi yürekli peri devreye girip beni
gene eski halime çevirebilir. Sivrisinek dişi ise ömrü iki ayı bile bulabilir.
Neden her cinsin dişisi daha çok yaşıyor? Haksızlık bu. Açıklar mısın?”
Ben Bir Hiçim
251
“Dişilik doğaldır” dedi.
“Erkekliğin ise öğrenilmesi gerekir. Öğrenme işi erkeği yorar. Erkeğin ne
öğrenmesi gerekir? Kadına iyi hizmet etmesini. Hizmetçilik yorucudur.
Adamı erken öldürür. Konuyu değiştirme!”
“Dişi sivrisinek ile erkek sivrisinek arasındaki fark ne biliyor musun?”
“Aydınlat bizi bakalım.”
“Dişi sivrisinek kan emer. Yani, ısıran dişi sivrisinektir. Erkek ne kan emer,
ne ısırır.”
“Bir şey mi ihsas etmek istiyorsun?”
“Hayır. Dişi sivrisinek aslında iki aydan fazla da yaşayabilir. Eğer mevsim
sonuna doğru olgunluğa ulaşmışsa soğuklar başlayınca kış uykusuna yatar.
Havalar ısınınca uyanıp yumurtlar. Yani bu emniyet çıkışı benden çok senin
işine yarayabilir.”
“Benim kötü perilerle işim yok.”
“Onların seninle işi varsa?”
Bir şey söylemedi. Bu konuşma esnasında yanağını avucuna dayamış bana
bakıyordu. Ben de yanağımı avucuma dayamış ona bakıyordum. Ben çok
güzel bir yüz görüyordum. Onun ne gördüğünü düşünmek bile istemiyorum.
Dışarıdan, arıkuşlarının sesi geliyordu. Bu kuşların bu mevsimde gitmeleri
gerekmiyor muydu? Doğacı arkadaşım Süha’ya sormalıyım. Güneş dolaşmış,
odanın Bellapais’e bakan penceresinden içeri girmeye başlamıştı. Rüzgâr
perdeyi oynattıkça halının üstündeki güneş de oynuyordu. Leziz bir sessizlik
ve duruluk vardı.
“Saçmalamayı tamamladın mı?” diye sordu.
“Evet.”
“O zaman şu soruya cevap ver. Biz neden bu yatağa girdik?”
“Sivrisinek olarak mı, yoksa insan olarak mı cevap vereyim.”
Gülümsedi. Bu dünyanın en güzel tebessümü olabilir miydi?
“İkisinin de cevabı aynı olmaz mıydı?” diye sordu. Ağzımı açmaya
hazırlandığımı görünce, “Allahaşkına çeneni kapat” dedi. Başımı göğsüne
çekti. Dişi sivrisineklerin neden kan emdiğini ona anlatamadım.
Ben Bir Hiçim
252
KONSERDEKİ HAYALET
Birkaç gün önce bir akşam, haberleri izlerken Selim ve Sara etrafımı sardı ve
konuşmaya başladık.
Şimdi hatırlayamadığım bir nedenle ölüm konusu açıldı. Bu konu bazen
açılır. Belki yaşlı bir baba olduğum için. Selim doğduğunda neredeyse 50
yaşımdaydım. Sara ondan iki sene sonra dünyaya geldi. Birçok sınıf
arkadaşımın emekli olmaya başladığı yıllarda ben ikinci defa çocuk
büyütmeye başladım.
Selim 15 yaşında olduğuna göre ne kadar antika olduğumu hesap edin.
Şikâyetçi değilim, ama. Tersine. Ne demişler? Aşk nedir, öğrenmek istiyorsan
çocuk sahibi ol. (Nefret nedir, öğrenmek istiyorsan boşan, da denebilir mi?)
Ölüm konusu açılır dedimse öyle cenazemsi, ciddi ciddi değil. Esprili, hafif
bir biçimde.
“Eğer ölürsen seni gebertirim” dedi Sara, her zamanki muzip tavrıyla ve bir
kahkaha attı.
Selim, “Hiç olmazsa başarının başlangıcını görecek kadar yaşamalısın” dedi.
O dünya çapında bir baterici olmak istiyor. Amacına ulaşmaya başlamasının
başlangıcını görmemi istiyor. Demek istediği bu.
“Gayret edeceğim” dedim. “Ama merak etme. Ölsem bile gökyüzünden
konserlerini izleyeceğim. Hayaletimden kurtulamayacaksınız!”
Acaba yaşlı bir baba olmam konusunda çocuklarımın gerçek düşüncesi ne?
Zaman zaman yaşımı göstermediğimi söylerler. Her zaman ikna edici
olduklarını söyleyemem. Üç yıl kadar önce yaş günümü kutluyorduk. Selim
kaç yaşına bastığımı sordu.
“Altmış bir” dedim.
Ciddi ciddi yüzümü inceledi. “O kadar göstermiyorsun” dedi.
“Ne kadar gösteriyorum?”
Bir süre daha yüzümü inceledi. “Taş çatlasa altmış” dedi.
“Harika” dedim. “Yüreğime su serptin.”
İşin acayip tarafı, yıllar geçtikçe kendimi daha genç ve mutlu hissediyorum.
Hayatımın en mutlu dönemini yaşıyorum diyebilirim.
Hayatım, muşmula gibi çürümeye başlayınca tatlılaşan meyve cinsinden
galiba.
Acayip değil mi? Belki, değil. Yaşamak öğrenilen bir şey. Orhan Veli’nin
dediği gibi, “Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış; Zamanla anlıyor insan
dünyayı.”
Ben Bir Hiçim
253
Hayata çıraklık etmek lazım, ustası olmadan. Olmayı becerebilirsen tabii.
Bazı şeyleri öğrenmeden mutlu, hiç olmazsa dingin olmak mümkün değil.
Şimdi bildiğim şeyleri daha gençken öğrenmiş olsaydım hem kendime hem
de yakınımdakilere daha az zarar verirdim. Bunu sık sık düşünürüm,
faydası olmadığını bile bile.
Yaşlı baba olmanın avantajı bu. Çocuklara öğretecek, verecek çok şeyin
olması. En başta vakit.
Bir bakıma yıllarımı onların hesabına da harcadım. Bu yüzden, onların bazı
önemli şeyleri öğrenmeleri için yılların geçmesine gerek kalmayacak. Bazı
önemli şeyleri şimdiden biliyorlar.
Karşılığı, konserleri hayalet olarak izlemekse... Hayalet mayalet! Önemli olan
izleyebilmek. Sahip olduğunla yetineceksin. Bunu ben mi çocuklara
öğrettim, onlar mı bana?
YAĞMUR CEZASI
Ozanköy
Sabaha doğru yağmur sesiyle uyandım. Kuru kuyunun yanındaki dutun
sararmaya başlayan yapraklarına yağmur taneleri düşüyordu. Burnuma
ıslak toprak kokusu geldi ya da geldiğini hayal ettim.
Fizan çölüne oğul yollamış asker annesinin hasretine benzer bir özlemle
yağmur bekliyorum aylardır. Birkaç gün önce yağmur beklentisiyle
bahçemin dönümlerini sürdürdüm. Toprak gelecek yağmuru daha kana
kana içsin, derinlerine çeksin diye. Ama yağmur gelmedi.
Sabahleyin beni uyandıran, yağmur dediğim şey, serpintiden başka bir şey
değildi. Başlamasıyla bitmesi bir oldu. Otomobilimin ön camında kuruyan
topraklı damlalardan başka bir emare bırakmadı.
Susuzluğa en dayanıklı Akdeniz bitkilerinden biri adaçayıdır. Sekiz, dokuz,
hatta on ay yağmursuz yaşayabilir. Belki de ona acımtırak kokusunu ve
tadını veren yağmur hasretidir.
Geçen gün bahçede yürürken patikanın sağındaki adaçaylarının kurumuş
olduğunu gördüm. Evi aldığımda orada olduklarına göre en az yirmi küsur
yaşındaydılar. Yağmur yediklerinde yeniden canlanırlar mı yoksa bir daha
kalkmamak üzere mi düştüler, bilmiyorum.
Beşparmaklardaki ormanda bile ağaçlar ölüyor. Kahverengi kahverengi
görüyorsunuz onları yeşilliğin içinde. Çamların ve servilerin yeşili solgun,
tozlu bir renk almaya başladı.
Ben Bir Hiçim
254
Yürürken ağaçların arasından aşağıdaki gölette bir damla su kalmamış
olduğunu görüyorum.
Ertesi gün gökyüzü masmavi. Bir tek bulut yok. Tişörtle dolaşıyorum. Gidip
yüzsek mi diye düşünüyorum.
Keklikler ne içiyor?
“Ayın 12’sinde cemre düşecek” diyor kardeşim.
“Saatli Maarif Takvimi’nden mi öğrendin?”
“Hayır bundan.” Yanında, oturduğu koltuğun üstünde, kalın, siyah kaplı bir
not defteri veya ajanda var. İki eliyle kaldırıp bana gösteriyor. “Bunun içinde
şey var” diyor, gelecekte ne olacağını gören bir eski zaman peygamberinin
bilgiç tebessümüyle. “Sen de varsın.”
Ağzında iki diş kaldı. İkisi de önde. Biri altta, diğeri üstte. Gülünce ilk
dişlerini çıkaran bebeklere benziyor.
“Cemreye boş ver, yağmur yağacak mı onu söyle” diyorum.
“Kitap onu yazmıyor” diyor.
“Çöpe at o zaman onu.”
Çiçek ve ağaç satan seranın sahibesi, “Ayda bir su isteyen bitkilerden bir
köşe yaptım” diyor.
Arkasından yürüyorum. Kaktüs, iris ve Japon gülü ile ekili bir alana
götürüyor beni.
Ama ben inatla ve açgözlülükle bol su isteyen çiçekli sarmaşıklar, yakut
çiçekli bodur bitkiler, sarı ve pembe çiçek veren zehirli ağaçlar alıyorum.
Hayalimde, gökgürültülü eski yağmurların su içirdiği sarmaşıklar
pergolalara, bahçe duvarlarına tırmanıyor, boru çiçekleri acı kokularını
yatak odama yolluyor.
Bu kışın da geçen kış gibi yağmursuz geçebileceğine inanmak istemiyorum.
“Bu sene yağmurlu geçecekmiş” diyorum arkadaşıma.
Uyduruyorum tabii. Bu inancı destekleyecek bir bilgi ne bende var, ne de,
muhtemelen, dünyanın herhangi bir meteoroloğunda. Ama ben inanmak
istiyorum. “Martta bahçe yemyeşil olacak” diye atmaya devam ediyorum.
“Her taraf kır çiçekleriyle dolacak.”
Ya olmazsa? Ya her şey adaçayı gibi ölürse?
Keklikler susuzlukta kırılıyor olsa bile av mevsimi açıldı. Milli park olan,
avcılara kapalı alanlar dahi bu yıl ava açılmış. Pazar günü tüfek sesiyle
uyandım. Öğleden sonra bahçede dolaşırken bir fişek buldum.
Acaba kümes hayvanları için de av mevsimi açıldı da haberim mi yok?
Ben Bir Hiçim