91
ceza sistemini bu amaçla dizayn etti, kâinatı yaratan. Bazen bir bilgisayar
olduğumu düşünüyorum. Dizüstü bilgisayarın ileri bir modeli, Pentium
1.000 bilgisayar yapan bir bilgisayar.
Ben bilgisayarımı çantasına koyup yanımda taşıyorum. Beyin de beni
çantasında taşıyor. Vücut beynin çantasıdır. Belki.
İÇERİYE KAPATAN KÂİNATIN ÜRKÜTÜCÜ GENİŞLİĞİ
Uğuldayan rüzgârda dinmeyecekmiş gibi kar yağıyor. Güneş çoktan doğdu
ama bulutlar ışığının yere vurmasına izin vermiyor. İstanbul yarı karanlık.
Dünya sanki fırtınadan ibaretmiş gibi. Fırtına hapsediyor, diş ağrısının
insanı ağzına hapsetmesi gibi. Sanki bütün varlık soğuk ve karanlık. Oysa
birkaç bin metre yukarıda bulutsuz masmavi bir gökyüzü ve duru bir güneş
var.
Karda kayan arabaların arasından ustaca geçerek havaalanına giden takside
birkaç saat sonra yaşayacağım o anı hayal ediyorum. Seyir yüksekliğine
daha ulaşmamış olan uçağın burnu havada. Pilotlardan başlayarak,
eldivenden çıkan bir el gibi, arka sıralara doğru bulutlardan sıyrılıyoruz. Bir
an burnu havada bir sürat motoru benzeri, bulutlara değerek uçuyoruz,
sonra çok aşağılarda kalıyorlar.
Tanrım öyle bir gök verdin ki bizlere…
Nasıl devam ediyordu bu şiir?
İnsan güneşte büyüyen bir bitkidir. Mavi bir gökyüzüne sevgiliye duyduğu
kadar hasret duyabilir. Bazen görüntü uçsuz bucaksız olsun, hiçbir yapı
veya insan tarafından kesilmeden gökle yeryüzünün birleştiği yere kadar
gitsin ister. Şehirde duyduğum, nedenini tam anlayamadığım kasvet mavi
özlemi. Geceyi - kâinatın bir parçası olduğumuzu bize gösteren o saatleri -
kimse özlemez.
Gece ürkütücüdür. Sual yüklüdür. Fransız filozof Blaise Pascal (1623-1662)
gecede "içeriye kapatan kâinatın ürkütücü genişliği"ni görüyordu. Ve
soruyordu: Neden onu buraya koymuşlardı da kâinatın herhangi başka bir
yerine değil? Arkasında sonsuz bir geçmiş, önünde sonsuz bir gelecek
uzanırken içinde yaşaması için neden bu minik zaman dilimi seçilmişti? Her
yönde onu bir atom gibi içine kapatan sonsuzluklar görüyordu. Göz açıp
kapatıncaya kadar kaybolan, geri dönmesi mümkün olmayan bir gölge
gibiydi.
İnsan geceleyin kendini böyle düşüncelere kaptırabilir çünkü aydınlık
kâinatı gizler, karanlık ortaya çıkarır. Anasının karnındaki bebek için nasıl
ana rahminden başka bir yer yoksa gökyüzü mavi iken dünyadan başka bir
yer yoktur. Mavilik, çevreleyen zaman ve mekân sonsuzluğunun bütün
izlerini siler. Onlara dair hiçbir ipucuna sahip değildir. Oysa mavilik, yaşam
gibi, bir illüzyondur - sonsuz kâinat karanlıklar ile hep oradadır.
Ben Bir Hiçim
92
MİNİ COOPER
Bahçe duvarının üzerindeki demir parmaklıklara sarılı mor salkım açtı ve
hatta kapanmak üzere. Yakında çiçek salkımlarının olduğu yerden tütün
renkli tohum torbaları çıkmaya başlayacak. Acele. Acele. Her şey acele.
Yağmur çiseliyor. Nişantaşı'nda kızım Sara ile yürüyoruz.
Haberi yok ama ona doğum gününde giymesi için bir elbise alacağım.
Gelecek ay dokuz yaşına basacak. Çocukları birkaç ayda bir, bazen birlikte
bazen ayrı ayrı, yemeğe götürüyorum. Yemekten sonra alışverişe gidiyoruz.
Onlara sevdikleri bir şey alıyorum. Bir CD veya bilgisayar oyunu, kitap veya
bebek.
Bunun İngilizce adı treat. Bu sözcüğün, maalesef, Türkçesi yok. Pek iyi
olmamakla beraber, şöyle çevirebilirim: Günlük işlerden olmayan ve büyük
zevk veren bir olay veya nesne. Yani, bugün yapmakta olduğumuz gibi.
Okul bitince Sara'yı alıp Borsa'da öğle yemeğine götürdüm. Borsa hem onun
hem benim favori lokantamız. Her zaman yaptığı gibi su böreği, limonlu ice
tea, vanilya dondurmalı çikolatalı sufle ısmarladı. Çikolatalı sufle hayatta en
sevdiği yemek olmalı. Kaşığı suflenin göbeğindeki erimiş sıcak çikolataya
daldırıp ağzına götürürken bazen gözleri zevkten kapanıyor. Benim de onu
bu halde görünce gözlerim zevkten kapanıyor. Çocuklarla teke tek olmanın
değişik bir kimyası var.
Arabada giderken laf okuldan açıldı. "O kadar ufak tefek de değilim ama
sınıfın en ufağıyım. Benimle dalga geçiyorlar. Mini Cooper diyorlar." Yüzüme
bakıyor, bunu hem can sıkıcı hem eğlendirici bulduğunu gösteren bir ifade
ile. Allah bilir o diğerlerine ne diyor. Yine de, Mel Gibson'un Passion (Tutku)
filminde Romalı askerlerin İsa'yı kırbaçlamak için kullandığı kalın
değneklerle sınıfını sopadan geçiriyorum, hayalimde. Sonra kendimi kontrol
altına alıyorum.
"Boşver. Çocuklukta olur böyle şeyler. Senin de zekân onlarınkinden daha
uzun."
"Bana ne sürpriz yapacağını merak ediyorum," diyor.
"Öğrenmene az kaldı."
Yol tıkalı olduğu için Laura Ashley'e yakın bir yerde arabadan inip yürümeye
başlıyoruz. "May be it's raining but I am shining," diyor kızım keyifle
gülümseyerek. Belki yağmur yağıyor, ama ben parlıyorum. Ağızlarımızda
geniş birer tebessüm, baba kız el ele mağazadan içeri giriyoruz.
Laura Ashley, kadınlar için, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında İngiltere'de
moda olan elbiselerden ve çiçekli desenlerden esinlenerek yapılan giysiler
satan bir yer. Bayan satıcılardan biri Sara'yı teslim alıyor. Bir sürü elbise
giyip çıkardıktan sonra -yüzündeki iri tebessüm hiç değişmeden- menekşe
renkli bir parti elbisesi ve bir gündelik elbise satın alıyoruz.
Eve gider gitmez okul giysilerini çıkarıp menekşe renkli olanını sırtına
geçiriyor.
Ben Bir Hiçim
93
"Yarın okula bununla gideceğim!"
"Olur."
Koltuklarının altından kaldırıp öpüyorum Mini Cooper'ı. Hava kapalı ama
ben açığım.
BİR SERÇE BULMAK
Bütün yaratıklar aynı defterden kopartılmış birer sayfadır. Bu sayfalarda -
insanın sayfası, maymunun sayfası, yunusun sayfası, kurbağanın sayfası-
birbirinden farklı sadece birkaç çizik var. Evlerin birbirine benzememesi ama
özde birbirlerinin kopyası -temel, duvar, dam- olması gibi.
İki ayak üstünde yürüme, konuşma, müzik gibi insanları diğer yaratıklardan
ayıran özelliklerin sayfamızdaki yeri birkaç çizikten fazla değil. Hayvanlarla
akrabayız. Genetik araştırmalar ilerledikçe bu akrabalığın şaşırtıcı derecede
yakın olduğu ortaya çıkıyor.
Ortaya başka bir şey daha çıkıyor. Karnımızı doyurmamıza yarayanların
dışında hepsini, büyük bir süratle yok ediyoruz. Hepimizi aynı yaratıcı
yarattı ve onun gözünde eşitiz.
"Bu yaratıkların artık gücü yok. Hayvanların, kala kala, bize karşı
kullanacakları tek şeyleri kaldı: Sessizlikleri. Onları esir aldık. Esaretlerinin
başlangıcından bu yana nesiller, nesiller geçti. Ama esirlerimiz, kahramanca,
sessizlikleri bozmuyorlar."
Böyle yazıyor Güney Afrika'nın Nobel ödüllü romancısı J. M. Coetzee. Eski
günlerde, Afrikalı atalarımızın zamanında, insanlarla hayvanların birbirlerini
avladıkları devirlerde, hayvanlarla insanlar, birbirlerini öldürecek kadar
yaklaştıklarında göz göze gelirlerdi.
Coetzee artık hayvanlarla göz göze gelmediğimizi yazıyor. Hayvanlarla artık
sadece hayvanat bahçelerinde karşılaşıyoruz, diyor. Orada, demir kafeslerin
ve derin hendeklerin arkasında, bakışlarını bizden kaçırıyorlar. Bizimle,
eskiden, birbirimizi öldürme şanslarımızın eşit olduğu günlerdeki gibi, göz
göze gelmek istemiyorlar. Çünkü artık eşit değiliz. Onlar mahkûm, biz
gardiyan ve cellâdız.
Pisliğimiz ve sınırsız aç gözlülüğümüzle hayvanları, balıkları, kuşları,
sürüngenleri temizleyip, bir türlü yenilgiyi kabul etmeyen fareler ve
hamamböcekleri ile baş başa kaldığımızda yeryüzüne çökecek sessizliğin ne
kadar korkunç olacağının farkında değiliz. O yalnızlıkla yaşamak belki
mümkün olmayacak.
Eğer gökyüzüne yükselip dünyaya ait havanın bittiği yerden bir an kafamızı
çıkartıp kâinat dinleyebilsek kulaklarımıza gelecek olan sessizlik bizi
çıldırtırdı.
Ben Bir Hiçim
94
Bir tek serçe bulmak için kâinatın sonuna kadar gidip evimizin bahçesine
geri dönmemiz gerekmediğini kim bilebilir?
Genlerimizin dünyasında aradığımız tek şey hastalıklardan arınmış uzun bir
hayattır. O dünya daha tamamen keşfedilmiş, içeriğinde eller dolaşmış değil.
Bir gün dolaştığımızda, içerisinde bir ruh keşfedebilecek miyiz?
HERŞEYİ BİLEN ADAM
Ozanköy
Akşamüstüne doğru bahçenin yola bakan eski taş duvarındaki gediklere
çiçek soğanı sokuştururken külüstür bir bisikletin üzerinde, kısa
pantolonlu, turuncu tişörtlü, daha önce görmediğim bir oğlan çocuğu belirdi.
Sekiz yaşlarında olmalıydı. Yol biraz yokuş olduğu için selenin üzerine
kalkmış, nefes nefese pedal çeviriyordu.
Yanıma gelince durdu ve "Hello," dedi.
"Ne hello'su oğlum," dedim. "Ben Türküm. Merhaba."
"Sen Türk değilsin. İngilizsin," dedi oğlan, aksansız Türkçemi umursamadan.
"Ben İngilizsem sen de İngilizsin," dedim.
"Ne İngiliz'i be," diye bağırdı. "Ben İngiliz değilim."
"Benim adım Metin. Metin İngiliz adı olur mu?"
"Benim adım da Mahmut."
"Komşunum," dedim. "Beni tanımıyor musun?"
"Mine'yi tanıyor musun komşumsan?"
"Tanıyorum," diye yalan söyledim.
"Pakize'yi tanıyor musun?"
"Tanıyorum." diye ikinci defa yalan söyledim.
"Onlar benim kardeşlerim."
"Biliyorum. Senin iki kardeşin var."
"Bildin," dedi oğlan ve sorgulamaya devam etti. "Babamın kırmızı bisikleti
var mı peki?"
"Var," diye attım.
"Bisikletinin sepeti var mı?"
Ben Bir Hiçim
95
"Var."
Çocuk bir an yüzüme baktıktan sonra yanında duran birisiyle konuşurmuş
gibi başını çevirdi, "Aboo," dedi, "her şeyi biliyo lan bu."
Bisikletini döndürdü, aşağıya doğru pedal sallamaya başladı. Yüz metre
kadar gittikten sonra sola dümen kıvırdı ve Türkiye'den gelen yoksul, çok
çocuklu göçmenlerin oturduğu yarı yıkık eski taş evlerin bahçesinde
kayboldu.
Bu evlerin damlarında kışın taşla tutturulmuş çarşaf gibi naylonlar var ve
duvara açılmış deliklerden çıkan borulardan sobada yanan odunun dumanı
yükselir. Çiçek açtıklarında ne kadar güzel olacaklarını hayal edip,
Kıbrıslıların tavşankulağı dediği siklamenlerin yassı patatese benzeyen
soğanlarını duvardaki kovuklara yerleştirmeye devam ettim. Çok geçmeden
oğlan bisikletiyle geri döndü. Yanımda durdu.
"Babamın adı Recep," dedi. "Annemin adı Fatma. Halam var mı?"
"Var," diye attım gene.
"Adı ne?"
"Onu unuttum," dedim. "Teyzen var mı?"
"Yok." Biraz düşündü. "Var galiba. Türkiye'de."
"Sen nerelisin?" diye sordum.
"Buralıyım. Burada doğdum, buralıyım. Yani Urfalıyım."
"Karpuz ikram edeyim mi?"
"İnce bir dilim olursa yerim."
"Veya çilek? Çilek de verebilirim."
"Fark etmez."
Bisikletini duvara dayayıp ardımdan bahçeye girerken sordu: "Duvara ne
ekiyordun?"
"Tavşankulağı." Gözleri açıldı.
"Duvardan tavşan mı çıkacak?"
"Tavşankulağı bir çiçek. Kışın görmüyor musun? Her tarafta çıkıyor."
Merdivenleri tırmanıp mutfağa girdik. Karpuzu kesip eline bir dilim verdim.
Yiyerek ayrıldı. Birkaç dakika sonra adımın seslenildiğini duydum. Kapıya
çıktım. Bayramlarda elimi öpmeye geldiğinde Mahmut'tan küçük bir kız olan
Ayşe güzel bir genç kız oldu. Kız kardeşleri Fazilet ve Cansu ile yürüyüşe
çıkmıştı. Kızların yaş toplamı Mahmut'unki kadar olmalıydı.
Ben Bir Hiçim
96
Mutfağa doluştular. Onlara da birer dilim karpuz kestim. Gün güzel
geçmişti. Bundan daha güzel bir biçimde sona eremezdi.
KIRMIZI KART
Elimi uzatıp yastığın altındaki telefonun alarmını susturdum. Saat altı.
Çatıdaki yatak odamda haziranda olmaması gereken bulutlu bir sabahın
enerji bastırıcı loşluğu var. Açık balkon kapısından kuş sesleri ile birlikte
yağmur kokulu bir esinti geliyor. Eşim şehir dışında olduğu için bir
haftalığına annelik gene bana geçti. Giyinmeden aşağıya inip çay yapıyorum
ve Sara'nın kahvaltısını hazırlamaya başlıyorum. Selim sadece cay içtiği için
ona bir şey hazırlamama gerek yok.
Sara'nın mısır gevreğine karıştıracağı sütü ısıtıp küçük bir süt sürahisine
boşaltıyorum. Kendim için yaptığım çayın sulandırılmış bir versiyonunu,
onun bir fincan çay alan oyuncak çaydanlığına dolduruyorum. Bunları mısır
gevreği ve şekerlikle birlikte boş bir çukur tabağın yanına diziyorum.
Hepsinin kıyısında, deniz feneri gibi yanan bir mum var. Yumuşak ve kısık
ışıkları seven annesi gibi dokuz yaşındaki kızım da mum ışığında kahvaltı
etmeyi seviyor. Kızımın mutfaktaki masanın bir köşesini kendisi için özel
olarak bu şekilde hazırlanmış bulmaktan keyif aldığını biliyorum. Onun için,
günü iyi başlasın diye kahvaltısını özenle hazırlıyorum.
"Geldiğinde anneme benim çayımı ayrı çaydanlığa koyduğunu söyleyeceğim,"
dedi dün. Kızımın kahvaltısı hazır olunca kendime bir fincan çay doldurup
evin sessizliğinde keyfini çıkarıyorum. Altı buçuğu biraz geçe merdivenleri
tırmanıp Sara'yı uyandırıyorum.
Kahvaltısını bitirmek üzereyken "Baba," diyor, "hatırlıyor musun, küçükken
'büyüyünce seninle evleneceğim' diyordum."
"Evet hatırlıyorum."
"Mantıksız bir şey."
"Fikrini değiştirdin mi yoksa?"
"Hayır, ama mantıksız bir şey."
Kalbimin kırılacağını sandığı için hayır diyor ama beni defterden sildiği belli.
Konuşmamız ilerleyince nedeni anlaşılıyor. Dün öğretmeni ile sınıfta kimin
kime âşık olduğunu konuşmuşlar.
"Herkesin kime âşık olduğunu biliyor musun?"
"Evet."
"Sana kim âşık peki?"
Gözlerini gözlerimden kaçırırken yüzünden kısa bir tebessüm geçiyor.
Ben Bir Hiçim
97
"Ben sadece kızların kimi sevdiğini biliyorum. Erkeklerin değil."
"Sen kimi seviyorsun?"
"Öğretmenim kimseye söyleme dedi."
Duraklıyor. "Tanımazsın." Gene duraklıyor. "Ama söylemek zorunda kaldım."
"Kime?"
"Minibüs başkanına. Söylemezsem kırmızı kart göstereceğini söyledi. O
zaman beni minibüsten atacaklardı."
Minibüs başkanını ve kırmızı kartı ilk defa duymuş olduğum için
açıklamasını istedim.
Her minibüsün, o araçla okula gidip gelen öğrenciler tarafından seçilen bir
başkanı varmış. Görevi, çocukların ellerini pencereden dışarı çıkarmamak,
sokağa bir şey atmamak, gürültü yapmamak gibi minibüs kurallarına riayet
etmesini sağlamakmış. Kuralı bozan öğrenci sarı kart görüyor ve adı kartın
arkasına yazılıyormuş. İkinci veya üçüncü sarı karttan sonra (Sara bu
konuda emin değil) kırmızı kart çıkıyormuş. Kırmızı kart gören öğrenci bir
daha alınmamak üzere minibüsten atılıyormuş.
"Senin başkanın yaptığı düpedüz şantaj", dedim.
"Evet."
Biraz düşündükten sonra gülümseyerek "Merak etme," dedi. "Sadece isminin
ilk harfini söyledim."
Sara'yı minibüsüne bindirip okula yolcu ediyorum. Dokuz yaşındaki kızımın
inanılmaz derecede ağır okul çantasını aşağıya ben taşıyorum ve minibüs
muavinine veriyorum. Üst kattaki sınıfına nasıl taşıdığını düşünmek bile
istemiyorum.
Selim'i okula bir arkadaşımızın şoförü götürdüğü için Sara'dan yarım saat
geç kalkıyor. Şimdi onunla kahvaltı yapıyorum.
"Baba, biliyor musun, dün okulda elime acayip bir mektup sıkıştırdılar?"
diyor oğlan.
"İçinde ne yazıyordu?"
"M seni seviyor. İmza: Gizli bir hayranınız."
"M kim?"
"Sınıfta adı M ile başlayan bir kız var ama o olduğunu sanmıyorum."
"Mektubu kim verdi?"
"Sınıftan bir kız."
"Sormadın mı kim olduğunu?"
Ben Bir Hiçim
98
"Söyleyemezmiş!" Sağ ve sol ellerinin işaret ve orta parmaklar ile kelimeyi
tırnak işareti içine alıyor ve gözlerini nazlı bir şekilde sağa sola kaydırarak
dalga geçer tarzda kızı taklit ediyor.
Yaş on bir.
Eve kızlardan telefonlar da gelmeye başladı. Bazen telefon trafiği şiddetli bir
depremden sonra deprem merkezine gelen telefonların yoğunluğuna erişiyor.
"Niye arayıp duruyor bunlar," diye soruyor oğlan. Yüzüne bakıyorum,
benimle dalga mı geçiyor diye. Ama gerçekten merak ediyor ve bilmek istiyor.
"Yakında anlarsın" demek istiyorum ama susuyorum. Omuzlarımı kaldırıp
"Ben de hayret içindeyim" şeklinde bir ifade veriyorum yüzüme.
Hayatın karasabanının daha üzerinden geçmediği yüzünün beyaz cildi, bir
elma kadar pürüzsüz ve parlak. Gözleri ışıldıyor. Süratle büyümeye başladı.
Üç ayda bir yeni futbol ayakkabısı alıyoruz. İnsan oturup dikkatle baksa
büyüyor olduğunu görecek sanki. Bana hiç benzemiyor. Yakışıklılığını buna
borçlu olmalı.
Çayından birkaç yudum aldıktan sonra "Ben arkadaşlarımla futboldan
hoşlanıyorum, kızlardan değil" diyor. "Ben de tam tersi," demek geçiyor
içimden ama gene susuyorum.
Tamam da o zaman neden iki üç günden beri yüzünü yıkadıktan sonra
saçlarını jöleliyor? Hadi bakalım. Hayırlısı.
ÇEVİRİLİRKEN ANLAMI KAYBOLDU
Nasıl bir güne başladığımı görmemek için gözlerimi açmak istemiyorum ama
az sonra tepemde bir yerlerden gök gürültüsü geliyor ve kiremitlerin üzerine
birkaç yağmur damlası vuruyor. Yanağın üzerinde dolaştırılan bir kuş tüyü
gibi. Gözlerimi açıyorum. Güneşsiz pencereler.
Bulutların verdiği serinlik izlenimi yanıltıcı. Gün nemli. Sıcak, yapış yapış
bir havaya yayılacak; klimalı odalarda kamışla içilen uzun, buzlu içkileri
akla getiren...
Neden bazen kasvetli uyanıyorsun, bazen keyifli? Bu haller belki de geceleyin
görüp unuttuğun rüyaların izmariti.
Bir alt katta merdivenlere açılan sürgülü kapının geri çekilişini duyuyorum.
Bu kapı, kedi çocukları uyandırmasın diye kapalı tutuluyor. Az sonra cep
telefonuma karımdan bir mesaj gelecek: "Selim'le kahvaltı yapıyoruz, bize
katılmak istersin diye."
Uyanmak kendi dünyandan başkalarının dünyasına geçmektir -giyinik
kalabalıklar arasına çıplak vaziyette arkasından itilmek gibi bir şey. Temelde
tek ve yalnız olan bir şeyin başkalarıyla birlikte olma rüyası görmesi.
Ben Bir Hiçim
99
Tanıdığım
yalnız
yaşayan
bir
kadın,
evde
tek
başına
kalmaya
dayanamadığını anlatmıştı. "Hafakanlar basıyor," demişti kahkahayla.
"Dayanamam vallahi. Giyinip kendimi sokağa atıyorum." Onunla uçakta
tanışmıştık. Durmadan gülen bir kadındı. Bu kahkahalar neşeden mi başka
bir şeyden mi geliyordu, anlayamadım. Kahkahaları beni yorduğu için onu
görmekten vazgeçtim.
Belki de insanlarla ilgili bütün genellemeler yanlış.
Bugün Lost in Translation adlı filmi ikinci defa görmek için sinemaya
gideceğim. "Bir Konuşabilse" , olarak uydurulmuş Türkçeye. Doğru
çevrilseydi "Çevrilirken Anlamı Kaybolmuş", olacaktı.
Film, Tokyo'da kaldıkları otelin barında tanışan orta