Sezar'dan önce yıl 360 gün olarak hesaplanıyordu. Sezar yılı 365 güne
çıkardı. Yıl martta başlıyordu. Sezar ocak ayını yılın başlangıcı yaptı.
Ben Bir Hiçim
113
İngilizcede ocak ayının adı January'dir. Janus'tan geliyor. Janus, iki yüzü
olan bir Roma tanrısı. Adı yılın ilk ayına verildi çünkü iki yüzü olduğu için
hem geçmiş hem de gelecek yıla bakıyor -veya geçmişe duyulan özlem ve
geleceğe olan ümide.
PUTPEREST
Türkiye'de yılbaşı kutlamalarını İsa'nın doğum gününe bağlayan ve bir
Hıristiyan geleneği olarak reddeden birçok kişi var. Ama bu kutlamaların -
Hıristiyanların da kutluyor olmalarından başka- Hıristiyanlıkla herhangi bir
ilgisi yok.
Yılbaşı kutlamaları putperest Romalılara ait. Romanlılar yeni yılı bizler gibi,
31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan gece yansı saat 00.00'da kutluyorlardı.
"İlk yılbaşı," Sezar'ın yeni takviminin uygulamaya konulduğu milattan önce
44 yılıdır. Kilise, putperest bir gelenek olduğu için, 1 Ocak'ı milattan sonra
yedinci yüzyıla kadar tatil olarak kabul etmedi.
Esasında kutlanan şey dünyanın güneşin etrafında attığı turlardan birini
tamamlamasından başka bir şey değil.
Dünya kendi ekseni etrafında bir defa döndüğü zaman 24 saatten
müteşekkil olan gün sona erer. Güneş'in etrafında dönerek başladığı yere
geldiği zaman da 365 gün, yani bir yıl tamamlanmış olur.
Yılbaşı geceleri evde taş gibi ayık oturup somurtmakta kararlı olanların
aklına gelmeyen, dünyanın attığı turların, havaya atılan taşın yere düşmesi
veya ahşabın suda batmaması gibi, dinle ilgisiz veya dinden ayrı bir olay
olduğu.
Kâinatta kendi etrafında veya başka bir yıldızın etrafında ya da hem kendi
etrafında hem de bir yıldızın etrafında dönen sonsuz sayıda gök cismi var.
Bunlardan
birinin
turlarından
birinin
tamamlanmasının
kutlanıp
kutlanmaması... Valla, paşa gönlünüz bilir.
Bana gelince... Havaalanında aldığım şampanya buzdolabında karnının
üstüne uzanmış soğuyor. Buzdolabının derin dondurucusunda, ince bir buz
tabakası ile kaplı, üç uzun şampanya bardağı var. Yılbaşı gecesi geldiğinde
şampanyayı dikkatle açıp dikkatle bardaklara dolduracağım ve şöminede
kızarttığım kestanelerin eşliğinde, iki arkadaşımla birlikte içeceğim.
(Acaba ikinci şampanya şişesini de birincisinin yanına yatırsam mı? Bir şişe
şampanya bir kişi için çok, iki kişi için azdır. Üç şişenin, iki şişe
şampanyadan iyi olmamakla birlikte, üç kişi için, iki şişeden daha iyi olduğu
ise kesin.)
Ama - yıllara geri dönecek olursak - bırakın yılları, zaman bile
olmayabileceğini iddia edenler var.
Ben Bir Hiçim
114
Geçenlerde bir yerlerde, geçmiş ve gelecek olmadığını, zamanın sadece
'şimdi'den ibaret olduğunu okudum.
Bu düşünceyi Julian Barbour adlı bir İngiliz teorik fizikçi ortaya artı.
Barbour geçmişi ve geleceği olmayan bir kâinatta yaşadığımızı iddia ediyor.
Aynı zaman kapsülü içinde hem yaşıyoruz hem de ölüyüz. Zaman sandığımız
şey sonsuz bir şimdi. Hayatımız sonsuz şimdi dilimlerinden müteşekkil.
Buna inanabilirim. Var olan tek şey, içinde her şeyin eskiyip parçalarına
ayrıldığı, 'mekân' olabilir.
TIRMANMAYA DEVAM ET
Yılın ilk günü ve adadaki son günüm. Sabahleyin, eskiden olduğu gibi kuş
sesleriyle uyandım. Yorganımın üstünde bir dilim güneş vardı. Yarı uykuda
yarı uyanık, beynimin tiyatrosunu seyrettim bir süre, sonra kalkıp kahvaltı
yaptım, gömleğimin üzerine kazağımı giydim, bastonumu, şapkamı aldım ve
arabaya binip yola koyuldum. Göletin arkasındaki ormana gitmeyi
deneyeceğim. Oraya hiç gitmedim.
Yollar eskiden olduğu gibi tenha. Akdeniz'in en güzel yerlerinden birini beton
yığını haline getirme yarışına bir günlük ara verildi, inşaat sektörü yılbaşı
gecesinin sarhoşluğunu üzerinden atsın diye.
Çimento karıştırıcılar, buldozerler, delme makineleri, kesme makineleri,
kazma makineleri, hazır beton kamyonları, motorlu testereler, geri vites
takıldığında cik cik ses çıkaran kamyonetler dinleniyor.
Yeni yapılan sahil yolunda hiç araca rastlamadım. Metruk taş evleri geçer
geçmez sağa, toprak yola saptım. Gölete birkaç yüz metre kala arabadan inip
yürümeye başladım. Beşparmaklar’dan akan yağmur sularını hapsedip
süratle tükenen yeraltı havzalarını takviye etmek için Türkiye baba
tarafından yaptırıldı burası. Bariyeri meydana getiren setin üzerinde
yürümeye başladığımda gölde yüzen üç dört ördek suyun en uzak yerindeki
küçük koylarda kayboldular.
Yerlerde kırmızı, sarı, turuncu boş av tüfeği fişekleri vardı. Güneş sıcaktı.
Kazağımı çıkardım. Dikenlere takılmamaya çalışarak, gölün kıyısından
tepeye tırmanmaya başladım. Terlemeye başlayınca gömleğimi çıkarıp atletle
kaldım. Tırmanışım orman yolunda bitti. Göl, aşağıdan sanıldığı gibi
yuvarlak değildi. Sağdan ve soldan, V şeklinde ona su taşıyan vadilere doğru
uzanıyorlardı. Ördek yavruları oldukları yerde ayak sallayarak yarattıkları su
yuvarlaklarının ortasında oturuyorlardı.
Uzaklarda bir yerde ormanın derinliklerinden motorlu testere sesi geldi.
Çam ve servilerin arasında yol vadiye iniyordu. Etraf kuş sesleriyle doluydu,
su ve tenhalık kuşları buraya çekiyor. Bir ara üç-dört metre önümden gak-
gaklarla bir keklik ailesi yükseldi. Sekiz on tane vardılar. Her nasılsa
avcıların katliamından kurtulmuşlardı.
Ben Bir Hiçim
115
Geçen gün fidan almaya gittiğim yerde dalların arasından gelen kanat
çırpışları duydum. Baktığımda dar ve alçak, derme çatma bir tel kafesi
gördüm. İçinde dört kınalı keklik vardı.
"Niye tutuyorsun bunları burada?" diye sordum fidancıya.
"Hoşuma gidiyor" dedi sırıtarak. Orta yaşlı, kısa boylu, çürük dişli bir
adamdı.
"Seni oraya kapatsalar hoşuna gider miydi?"
Gene sırıttı: "Gitmezdi."
Burnumda adaçayı, kekik, çam ve ıslaklık kokusuyla çamurlu yoldan vadiye
indim ve tekrar tırmanmaya başladım. Göl uzaklardan görünüyordu. Yolu
devam etsem, herhalde beni Başparmak'a götürecekti.
Aklıma, geçenlerde bir yerlerde okuduğum Zen atasözü geldi: "Zirveye
ulaştığında, tırmanmaya devam et."
Geri döndüm. Yazımı yazmam, bavulumu hazırlamam ve havaalanına
gitmem lazım. Bir dahaki gelişimde yanıma su ve yiyecek alarak zirveye
kadar tırmanacağım... Kim bilir, belki oradan tırmanmaya devam ederim
GÜZEL
Bir süreden beri aklıma takılı bir soru var. Basit hatta absürd gelebilir ama
cevabı yok. Birkaç ay önce koruda dolaşırken aklıma takıldı.
Soğuk ve tenha bir kış sabahıydı. Yürürken beş on metre ilerimdeki bir çam
ağacı dikkatimi çekti. Üç katlı bir bina yüksekliğindeydi. Kalın gövdesi birkaç
asırdır orada durmakta olduğunu gösteriyordu. Biraz yana yatmıştı, sanki
Marmara'ya akan
Boğaz'ı ve içinde bir zamanlar sadrazamların,
şehzadelerin, cariyelerin, vezirlerin, paşaların boğdurulduğu Topkapı
Sarayı'nı daha iyi görmek için.
Çok güzeldi. Yeşilliği, yaşlılığı, uzunluğu, duruluğu, sağlamlığı, sessizliği,
eğikliğiyle gözüme zevk, içime mutluluk veriyordu. Varlığı benimkinden
gerçek ve sağlammış gibi geldi bana. O olmak istedim.
Ve sorum aklıma geldi. Neden çam bu kadar güzel? Neden bütün ağaçlar
güzel? Onlara güzelliklerini veren veya benim onları güzel bulmama neden
olan, nedir?
Neden doğadaki her şey güzeldir?
Ve o kadar güzeldir ki daha güzel yapmak için hiçbir şey eklenemez?
Daha güzel bulut yapılamaz. Laleye daha lale olması için eklenecek hiç bir
şey yoktur. Gülün petalları ne bir eksik ne bir fazladır. Yapraklan dökülmüş
Ben Bir Hiçim
116
bu asırlık çitlembiğin üzerinde dinlenen serçelerden daha güzel bir serçe
dizayn edilemez. Gökyüzüne maviden iyi bir renk bulunamaz.
Veya bize öyle geliyor.
Belki de herkese gelmiyordur. Aksi takdirde Konfüçyüs "Her şeyde bir
güzellik var ama herkes göremez," demezdi.
Eve gidince kitapları karıştırdım ama sorumun cevabını bulamadım. Kimisi
"güzellik görenin gözerindedir," diyor, kimisi güzelliği bir takım fiziki
özelliklere atfediyordu.
Bir sabah çocuklarımdan yardım istemeye karar verdim. Selim (11) ile
Sara'ya (9) "Bir muammayı çözmemde yardımcı olmak için benimle koruya
gelir misiniz?" diye sordum. Çok merak ettiler ama açıklamamamı koruda
yapacağımı söyledim.
Kahvaltıdan eşim, çocuklar arabaya bindik ve koruya gittik. Onları çam
ağacına götürdüm. Yukarıda yazdıklarımı özetledim. Ve sorumu sordum:
"Neden çam bu kadar güzel? Neden bütün ağaçlar güzel?"
Bir an durakladılar. Bir ağaca bir bana baktılar.
Sara "Güzel oldukları için güzeldirler," dedi gülümseyerek.
Selim "Huzur verdikleri için," dedi. "Sen buraya geldiğinde huzur
buluyorsun. Bu huzur ağaçların güzelliğinden geliyor."
Eşim kızgın bir biçimde lafa karışmasaydı belki daha başka şeyler de
söyleyeceklerdi. Randevusu vardı ve galiba ona yetişmek için acele ediyordu.
Veya başka bir şeye canı sıkılmıştı. Veya sorumu saçma bulmuş, bu saçma
soruyu dinlemek için onu ta koruya kadar getirmeme kızmıştı.
Ağaçlar ne kadar güzelse insanlar da o kadar muammadır.
Onu getirmemeliydim. Sorunun cevabını bulamadan geri döndük. Belki
üzümünü yiyip bağını sormamalıyım.
AĞAÇLARA DOKUNMAYIN EFENDİLER!
Geçen eylül ayında ilk kez bir ağacın genetik kodu çözüldü. Nasıl her yapının
mimar tarafından hazırlanan bir projesi varsa her canlı yaratığın da kâinatın
mimarı tarafından hazırlanan bir genetik kodu veya ‘genome’u vardır.
Mimarın hazırladığı proje değiştirilebilir. Bir kat yerine iki kat çıkılabilir
örneğin veya ev yerine dükkân yapılabilir. Salonun bir bölümü balkon
yapılabilir.
Ben Bir Hiçim
117
Genome'da da aynı şey mümkün. Bir organizmanın genetik kodunun bir
bölümünü kapatılabilir, iptal edilebilir veya başka bir organizmadan alınan
bir kodla değiştirilebilir.
İlk kez genetik kodu deşifre edilmiş olan ağaç unvanını kavağın bir türü aldı.
Bilim adamları kavağı seçtiler çünkü hızla büyüyor ve kâğıt endüstrisinde
kullanıldığı için ekonomik değeri yüksek. Bilim adamları kavağın genetik
kodunu değiştirip daha hızlı büyümesini sağlamak istiyorlar, bir.
Kâğıt kavaktaki selüloz adı verilen lifli dokuyla yapılıyor. Selüloz liflerini
lignin adı verilen yapışkanımsı bağlayıcı madde bir arada tutuyor. Kâğıt
yapılırken selülozla ligninin pahalı ve çevre kirliliği yaratan bir yöntemle
birbirinden ayrılması gerekiyor.
Bilim adamları kavağın içindeki lignin miktarını azaltmak istiyorlar, iki.
Anladığım kadarıyla her iki amaca da ulaşılmış ve çabuk büyüyen, lignini az
bir kavak "yaratılmış" ve dikilmiş vaziyette. Ağaçlar, kükremedikleri,
bacağımızdan ısıtmadıkları ve havalar soğuduğunda güneye göç etmedikleri
için evcil gibi görününseler de aslında vahşidirler. Toprağın altında ve
üstünde diğer bitkiler ve organizmalarla alışveriş halinde varlıklarını
sürdürürler ve evrimlerini yaşarlar.
Gene anladığım kadarıyla genetik kodu değiştirilmiş kavakların çevreyle
kurduğu diplomatik ilişkiler oldukça tatminkârmış. Yani hem çevre memnun
hem de kâğıt endüstrisi gibi bir durum söz konusu.
Ama zaman içinde ne olacağı belli değil.
Kavağın değiştirilmiş kodları "kaçıp" diğer ağaçlara veya bitkilere "girebilir."
Duymuşsunuzdur, Yeni Zelandalı bir bilim kadını pamuğun genetik dizinine
sinekleri zehirleyen bir kod sokuşturdu. Bu şekilde pamuk ilaç sıkılmadan
"sağlıklı bir biçimde" büyüyebiliyor.
Ama bu anti-sinek geni "kaçıp" yararlı sineklerin, böceklerin ve kelebeklerin
gıdasını teşkil eden bitkilere girecek olursa pek hoş olmayan sonuçlarla
karşılaşabiliriz.
Kaçar mı? Bu sorunun cevabını hiç kimse bilmiyor; bilmesi de, kaçıncaya ve
çok geç oluncaya kadar, mümkün değil.
Genlerle oynamak, herkesin bildiği gibi, tehlikeli bir iş.Ama bugüne kadar
insanoğlunu hangi işin tehlikesi durdurabildi?
İnsanoğlu evrimin kendi başına ağır ağır ilerleyen trenini durdurmaya,
içindeki
bütün
canlıları
indirip
direksiyonunda
bilim adamlarının
bulunduğu bir rokete bindirmeye hazırlanıyor.
Bunu hiç kimse önleyemez. İnsanoğlu denenmesi mümkün her şeyi
deneyecektir.
Ben Bir Hiçim
118
DÖNÜŞ
Ozanköy
Sabah gözlerimi güneşsiz bir güne açtım. Ve tekrar kapadım. Ya güneş daha
doğmadı ya hava bulutlu. Bahçenin bir yerlerinde uçarken öten serçelerin
sesi geliyor.
Yatağın kenarındaki etajerin üstünde, ilaçların, kitapların, mendil
kutusunun arasında, geçen zamanı tıkırdatan kol saatimi alıp bakıyorum.
Saat 7'yi 10 geçiyor. En iyisi kalkmak. Bugün son günüm. Akşam uçağıyla
İstanbul’a döneceğim.
Kalkıp pencereden dışarı bakıyorum. Bulutlu bir gökyüzü. Servi ağacının
tepesinde yabani bir güvercin. Ona doğru uçan bir başka güvercin. Ben
içeride olduğumda kuşlar eve sokuluyorlar. Onları ürkütmemek için sessizce
pencereyi açıyorum.
Yeşil bahçeden taze ve temiz bir hava geliyor. Bademin tomurcukları açmak
üzere. Her sene yüklü olan turunçta bu sene iki meyve verdi. Dinleniyor.
Yağmur yağacak.
Giyiniyorum. Banyoya gidip dişlerimi fırçalıyorum ve yüzümü yıkıyorum. Bir
ara tıraş olmalıyım.
İstanbul'da uçaktan indiğimde alacağım ilk ciğer dolusu havanın kokusu
aklıma geliyor ve nefesim sığlaşıyor. İstanbul'da oturmak sürekli ikinci el ve
pis hava teneffüs etmektir. Omzuma asılı bilgisayarım uçaktan körüğe,
holden pasaport kontrolünün yapıldığı yere yürürken görüyorum kendimi.
Konserve havayı teneffüs ederek.
Konserve hava, konserve hayat.
Aşağıya mutfağa iniyorum ve su kaynatıp çay yapıyorum. Çay demlenirken
bahçedeki odunluktan ateşi başlatmak için küçük odun destesi getiriyorum.
Şömineye serdiğim gazete toplarının üzerine bunları yerleştiriyorum.
Odunlar hemen alev alıyor ve yanan ateşin huzurlu sesi ve kokusu odayı
dolduruyor. Fincana çay, çaya bal koyup ateşin önündeki koltuğa
oturuyorum.
Kahvaltıdan sonra Hikmet'ten aldığım Tulipa Cypria tohumlarını ekeceğim.
Kırmız şarap renkli Kıbrıs lalesi. Adada iki yerde çıkıyor. Daha çok buğday
tarlalarında. Soğanı buğdayın kökünden çok aşağıda olduğu için tarla
sürüldüğünde rahatsız olmuyor. Sökülmeleri hatta çiçeklerinin toplanması
yasak. Tohumlar yedi senede çiçek verecek. Benim yedi yılım yok, belki
onların var.
Sonra çocuklara götürmek için limon ve yafa portakalı keseceğim. Sonra
kitaplarımı ve giysilerimi toplayacağım. Sonra birkaç defa bahçeyi dolaşıp
teker teker her ağacı, otu, çiçeği içime çekeceğim.
Sonra yürüyüşe gideceğim. Belki de yağmur yağıyor olacak ama bu beni
rahatsız etmiyor. Hatta yağmurda yürümek hoşuma gidiyor diyebilirim.
Ben Bir Hiçim
119
Yağmurun şapkamda, yağmurluğumda çıkardığı sesten, çizmelerimin
yumuşak toprağa girip çıkmasından, topraktan ve ağaçlardan çıkan
kokudan zevk alıyorum. Yağmurda, gökyüzünün toprağı sulamasında,
şehirlerde fark edilmesi zor, kutsal ve bereketli bir alışveriş var.
Brüksel'den yeni aldığım şapkam ve bastonum, yağmurluğum ve çizmelerim
kapının yanında hazır.
Almanların dediği gibi "Yürüyüşe gidiyorsanız önemli olan havanın iyi olup
olmadığı değil giysilerimizin uygun olup olmadığıdır."
KURBAN İÇİN KURBAN EDİLMEK KEYİFLİ Mİ?
Ozanköy
Kıbrıs'taki evimin bahçesindeki nergislere dadanan bir cins küçük siyah
böcek var. Nergisler boy verdikten sonra tomurcuklarını kemirmeye,
yapraklarının ucunu emip karartmaya başlıyorlar. Bu yüzden tomurcuklar
güdük kalıyor ve açılmıyor.
Ne yapmam gerektiğini öğrenmek için biraz kitap karıştırdım. Başka
böceklere zarar vermek istemediğim için zehir kullanmak istemiyordum.
"Organik" bir yöntem aradım.
Bir kitaptaki öneri, mukavvanın üzerine yapışkan sürdükten sonra çiçeği
sarsıp böcekleri üzerine düşürmekti.
Bu yöntemi rafine ederek alternatif bir önlem geliştirdim. Derince bir tabağa
su doldurdum. Çiçekleri teker teker sarsıp böcekleri içine düşürdüm ve
kariyerlerini noktaladım. Her gün, günde birkaç defa bu yöntemi
tekrarlayınca böcekler azalmaya başladı.
Ama bu arada çok ilginç bir şey oldu.
Böcekler - en büyüğü dörde bölünmüş bir kibrit başı büyüklüğünde -
yaklaştığımı görünce başlarına ne geleceğim anlayıp kendilerini yere atmaya
ve otların arasında kaybolmaya başladılar.
Demek ki: Beni tanıdılar. Kendileri için öldürücü olduğumu anladılar. Bana
karşı önlem geliştirdiler. Bu bilgiyi aralarında paylaştılar. Ve bu, üç-dört gün
gibi kısa bir zamanda oldu.
Benzer durumda tepkim böceklerinkinden değişik olmayacaktı. Daha önce
karşılaşılmamış ve yenmem mümkün olmayan hayati bir tehlike ile
karşılaşsaydım ben de kaçıp saklanacaktım. Ve sağ kalmam halinde, bu
bilgiyi başkalarıyla paylaşacaktım.
Hımmm, dedim kendi kendime.
Ben Bir Hiçim
120
Beyinleri bize benzemediği - bazılarının beyni bile yok - ve konuşmadıkları
için
hayvanların
şuur
sahibi
olmadıklarını,
düşünmediklerini
ve
hissetmediklerini sanırız.
Ama şuur, kâinatın en büyük muammalarından biridir. İnsanlarda şuurun
varlığı ve nasıl tezahür ettiği bilim adamlarının üzerinde en çok çalıştığı ama
hakkında en az bilgi sahibi olduğu konulardan biri. Aralarında elektrik
akımı gidip gelen birtakım et benzeri hücreler nasıl oluyor da şuura
dönüşüyor? Bu esrarın çözülmesi çok uzak bir olasılık.
Kanıtlayamam ama hayvanların da şuuru, duyguları, düşünceleri ve
hafızaları olduğuna eminim. Bunlar bizimkine benzemeyebilir. Bizimkinden
farklı bedensel mekanizmaların ürünü olabilir. Ama onlar da bizim kadar
oynamaktan hoşlanıyorlar; yavrularından ayrıldıklarında ıstırap duyuyorlar,
seksten zevk alıyorlar ve ölümden korkuyorlar.
Buna eminim çünkü oynayan kuşlar gördüm, danası alındıktan sonra
günlerce böğüren ineklerin sesini duydum, sevişen yılanları seyrettim ve
elimde terlik, ölümden korkan hamamböceklerinin peşinden koştum.
Onun içindir ki bayramda kurban kesenler arasında hiçbir zaman beni
bulamayacaksınız.
Bütün yaratıklara - bayramda kurban edilen hayvanlar dâhil - şefkat ve
saygıyla davranılmalıdır. Çünkü her ne kadar birbirimize benzemiyorsak
veya benzemediğimizi sanıyorsak da kâinatı yaratanın her birimiz için
kullandığı plan aynı. Biz ne kadar boğazlanmaktan hoşlanıyorsak, onlar da o
kadar.
FAL
Kar yağışlarından önceki cumartesi küçük kızım Sara'yı, Dolmabahçe